18.10.09
Sadat-ı Kiram ne demektir?
“Sadat” seyyid kelimesinin çoğuludur. Sözlükte; efendi, reis, büyük gibi anlamlara gelir. Şöhret bulmuş terim olarak, ehlibeytten olanlar, tarikat büyükleri ve şeyhleri anlamında kullanılır. Kiram ise, kerim kelimesinin çoğuludur, cömert, şerefli, mümtaz şahsiyet anlamına gelir. Buna göre, “sadat-ı kiram” terkibi, şerefli büyükler anlamına gelir. Bu itibarla, bu terkip, belli bir tarikatın büyükleri için değil, herhangi bir tarikatın büyükleri, şeyhleri için kullanılabilen bir tamlamadır. Her grup kendi büyükleri için bunu kullanabilir ve kullanıyorlar..
- Şüphesiz, İslam’da Ehl-i beyt sevgisi çok büyük önem arz etmektedir. Nitekim, Kur'an’ı Kerim’de, Hz. Peygamber (a.s.m)’in -insanlara hitaben-: “Ben peygamberlik hizmetime mukabil sizden bir ücret istemiyorum, yalnız sizden ehl-i beytimi sevmenizi bekliyorum.” (bk. Şura, 42/23) demesi istenmiştir.
- Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber (a.s.m)’in şöyle dediğini bildirmiştir: “Ben size iki halife (benden sonra benim görevimi devam ettiren iki şey) bırakıyorum. Bunlardan biri; gökten yere uzatılmış Allah’ın kitabı, diğeri de ehl-i beytimdir. Bu ikisi (kıyamet günü) (Kevser) havuz(u) başına gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” İmam Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bu hadis hasendir. (bk. Mecmau’z-zevaid, 9/162).
Bununla beraber, ehl-i beytten olanlar sadece tarikattakiler değildir. Tarikatların dışında olanlar daha çoktur. Bu sebeple, onları yalnız belli bir kalıba oturtmak doğru değildir.
İlave bilgi için tıklayınız: SEYYİD. ve EHL-İ BEYT.
Kur'ân'a göre velâyet
Kur'ân'a göre velâyet, Allah'a inanmak, emir ve yasaklarına titiz biçimde uymak demektir. Bir âyette Allah velilerine korku olmadığı, onların üzülmeyecekleri bildirilir. (Yunus, 10/62). İzleyen âyette de bu velâyetin tanımı yapılır: İnanmak ve muttaki olmak (Yunus, 63). Başka bir âyette de muttaki insanın nitelikleri açıklanır. Buna göre muttaki insan Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygambere inanan, sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, kölelere harcayan, namaz kılan, zekat veren, yaptığı anlaşmanın gereklerini yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden müminlerdir (Bakara, 2/177). Bu tanıma göre velâyet gerçek anlamdaki tüm mü'minlerin niteliğidir.
VELÂYET
--------------------------------------------------------------------------------
Dost edinmek, yardım etmek, sulta, yetki, işi alıp yürütmek.
İslâm hukukunda velâyet, reşid bir kişinin şahsî ve malî işlerini gözetip yürütme konusunda çocuk, akıl hastası gibi ehliyet yetersizliği içindeki kişilerin yerini tutmasıdır. "... üzerine hak bulunan kimse sefih, zayıf akıllı olur veya bizzat yazmaya muktedir olamazsa velisi adalet üzere yazsın" (el-Bakara, 2/282) âyetinde veli kelimesi bu anlamda kullanılmıştır.
Ehliyet yetersizliği içindeki kişilere kasır denir. Kasırların iş ve ihtiyaçları ikiye ayrılır. Birincisi evlendirmek, okutmak, tedavi ettirmek, işe verip sanat öğretmek gibi kasırın bizzat şahsı ile ilgili olanlardır. İkincisi de akitler, tasarruflar, muhafaza ve harcama gibi malı nitelikli işlerdir. Birinci türden işlerde kasırı temsile velâyet, temsilciye veli; ikinci tür işlerde temsile vesayet, temsilciye vasi denir.
Kasırın babası ve babadan dedesi bulunuyorsa, her iki temsil hakkı da bunlara aittir. Eğer bunlar yoksa, velâyet ile vesayet birbirinden ayrılır. velâyet hakkı, kasırın binefsihi asabeden olan akrabasına aittir, bunlardan kasıra en yakın olanı velâyet hakkına sahiptir. Asabeden kimse yoksa, velâyet hakkı ana tarafına intikal eder. Evlilikte velâyet hakkı önce hasımlara, sonra ammeye aittir. Küçüklerin evliliğinin geçerli olabilmesi velinin iznine bağlıdır. Bu yetki baba ve dedeye aittir. Ergenlik çağındaki kızların velisiz evlenip evlenemeyeceği hakkında görüş ayrılığı vardır. Ebu Hanife ve İmam Yusuf'a göre ergin kızlar velilerinin izni olmadan evlenebilirler.
İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre velâyet için dört şart vardır. Bunlar hür olmak, akıllı olmak, büluğ çağında bulunmak ve Müslüman olmaktır.
Tasavvufta velâyet, mutasavvıfın Allah'ı, Allah'ın mutasavvıfı dost edinmesi. Allah'ı dost edinmesi, yalnız O'na kulluk etmesi ve boyun eğmesi; Allah'ın mutasavvıfı dost edinmesi ise, tüm işlerini yönetmesidir. Velâyet kavramı, egemenlik ve yöneticilik anlamındaki velâyet kelimesi ile de ifade edilir. Tüm mutasavvıflar, velâyetin tasavvufun özünü oluşturduğunu sözbirliği içindedirler. Ancak kavram tasavvuf tarihi boyunca farklı biçimlerde anlaşılmış, yorumlanmıştır.
Kur'ân'a göre velâyet, Allah'a inanmak, emir ve yasaklarına titiz biçimde uymak demektir. Bir âyette Allah velilerine korku olmadığı, onların üzülmeyecekleri bildirilir (Yunus, 10/62). İzleyen âyette de bu velâyetin tanımı yapılır: İnanmak ve muttaki olmak (Yunus, 63). Başka bir âyette de muttaki insanın nitelikleri açıklanır. Buna göre muttaki insan Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygambere inanan, sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, kölelere harcayan, namaz kılan, zekat veren, yaptığı anlaşmanın gereklerini yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden müminlerdir (Bakara, 2/177). Bu tanıma göre velâyet gerçek anlamdaki tüm mü'minlerin niteliğidir.
Ahmet ÖZALP
Risalet ve velâyet nedir?
Risalet, Allah’tan bir tavzif (görevlendirme), velâyet ise Allah’a bir yükseliştir. Yani, Allah bazı insanları, insanlara resul olarak göndermiştir. Bu bir görevlendirmedir. “Allah kime risalet görevini vereceğini en iyi bilendir” (En’am Sûresi, 124) ayetinin hükmünce, kim buna ehilse, görevlendirilir. İlk insan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdir. “Her ümmet için bir resul vardır” (Yunus Sûresi, 47) ayetinin belirttiği gibi, her kavme peygamber gönderilmiştir. Hz. Muhammed (asm.), son peygamberdir (Ahzab Sûresi, 40). Risaleti bütün insanlığa şümullüdür.
Risalet, Peygamberimizle noktalanmıştır. Fakat velayet devam etmektedir. Risalet ve velayet, birbirine karışmayan iki deniz gibidir. Hiçbir veli nebi mertebesine ulaşamaz.
Velayet, risaletin bir delilidir. Risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlarını velayet bir nevi kalbî müşahede ve ruhanî zevk ile, aynelyakîn derecesinde görür, tasdîk eder. (1)
Risalete mucize verilmiştir, velayete de kerâmet. Keramet, Allah’ın veli kullarında meydana gelen harikulade hallerdir. Mesela, gönüllerden geçeni bilmek, bast-ı zaman ve tayy-ı mekan gibi.
Velayet için illa keramet şart değildir. Bütün evliyalardan daha üst mertebede yer alan sahabelerde kerametin fazla görülmemiş olması, bunu ispat eder. Asr ı saadeti anlatan kitaplarda zikredilen kerametlerin sayısı, üç-beş tanedir. Bunlardan en meşhuru, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Medine’de bir gün hutbede iken “Ya Sariye! Dağa, dağa!” diye bağırmasıdır. Sariye, Hz. Ömer’in komutanıdır. O esnada İran’da Mecusilere karşı savaşmaktadır. Hz. Ömer’in sesini duyar. Ordunun sırtını dağa yaslar ve galip gelir. (2)
Kerametten daha mühimi, istikamettir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud Sûresi, 112) ayeti, istikameti emreder. Tarîkattan gaye keramet değil, istikamet olmalıdır. Çünkü, “Bu dünya, daru’l- hikmettir, daru’l-hizmettir. Daru’l ücret ve mükafat değildir.” (3)
Allah’ın veli kulları her devirde olmuşlardır ve kıyamete kadar da olmaya devam edeceklerdir. Veli, görüldüğünde Allah hatıra gelen kimsedir. (4) Böyle insanlar, “Dikkat edin! Allah’ın evliyası için ne bir korku vardır. Ne de onlar üzülürler” (Yunus Sûresi, 62) ayetinin mazharıdırlar. İç alemleri çalkantılardan uzaktır. Huzur ve itminana ermişlerdir. İç âlemlerindeki nuraniyet, dışlarına da aksetmiştir. Onları görmek, insana huzur verir, mukaddes şeyleri hatırlatır.
Veliler rahmetin celbine, belaların def’ine vesiledirler. Birer manevi cazibe alanına sahiptirler. Ordudaki subaylardaki rütbeler misali, onların da rütbeleri vardır. İnd-i İlahide makbul insanlar olduklarından, onlara düşmanlık edenler, semâvi afetlere maruz kalırlar.
Kaynaklar:
1. Nursî, Mektubat, s. 444
2. Celaleddin Süyuti, Tarihul Hulefa, s.117, Sadeddin Taftezanî, Şerhul Akaid, s. 78-79
3. Nursî, Mektubat, s 451
4. İbnu Mace, Zühd, 4
Rabıta ne demektir?
Rabıta, “bağ, münasebet ilgi, alâka, bağlılık, mensub olmak...” gibi anlamlara gelir. Kendi şahsiyetinden sıyrılıp, sözgelimi şeyhin veya Resulullah’ın şahsiyetiyle bütünleşme, bir bağ kurma şeklinde uygulanır.
Malum olduğu üzere, seven sevdiğini hayal eder. Onu kendine yakın hisseder. Hatta rüyalarında bile onunla olur. Onunla aynîleşmek ister. Usta-çırak, hoca-öğrenci münasebetleri de rabıtayla alakalıdır. Çırak ustasının hareketlerini, öğrenci hocasının söylediklerini hatırlamaya, sanki tekrar o ana dönmeye gayret eder.
İşte, bir müridin mürşidini hatırlaması da böyle bir rabıtadır. Bu rabıta, mürşidin suretine değil, o vücudda sergilenen İslamî özellikleredir. Daha doğrusu, öyle olmalıdır. (1) Böyle bir rabıta, mürşitteki kemâl vasıflarının müride yansımasına sebebiyet verecektir. Buna, “fena-fişşeyh” denir. Fakat mürid orada kalmamalı, “fena-firrasul” ve “fena-fillah” makamlarına yükselmeye gayret etmelidir. Yani, şeyhinde fâni olan bir mürid, ondaki güzel özellikleri kazanıp, ondan peygamberde fâni olmaya yönelmeli, daha sonra da, Allah’ta fâni olmalıdır. (2)
Bu fena (fani olma) halleri zevkî birer mesele olmakla birlikte, herkes için şu manada uygulanabilir: Bir insan kendi reyini, fikrini bırakıp hocasının, üstadının yahut şeyhinin iradesini kendi iradesine tercih ederse bu zatlarda fani olmuş olur. Aynı şekilde, bütün işlerini, hallerini ve sözlerini Allah Resulünün sünnet çizgisine göre ayarlarsa Peygamberimizde fani olmuş olur. Allah’ın emir ve yasaklar manzumesini çok iyi kavrayıp hayatının bütün safhalarının buna göre yönlendirdiği taktirde de fena-fillah makamından bir pay elde etmiş olur.
Kaynaklar:
1. Bkz. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 135-138
2. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 384-385
İlm-i Ledün” nedir?
Ehl-i tasavvuf, duyu, akıl ve tecrübe dışında, bir de ilm-i ledün kabul ederler. İlm-i ledün, vehbî bir ilimdir. Hz. Hızır’ın ilminden bahseden ayetteki “Ledün” kelimesinden hareketle, bu isim verilmiştir. (Kehf Sûresi, 65). Böyle bir bilgi, özel bir bilgidir. Bu bilgi, olayların iç yüzüne vukufiyeti sağlar. Bir çeşit gayb bilgisi, sırlar bilgisidir.
İnsan kalbi, çok hassas alıcılar manzumesidir. Zikir, fikir, riyazet gibi esaslarla kalp şeffaflık kazanır, letafet kesb eder. Hakikatler âlemine parlak bir ayna haline gelir. Böylece, bir kısım hakikatler, sırlar o kalbe akseder. Hassasiyeti ve şeffafiyeti nispetinde bazı tecellilere mazhar olur. (1)
Fakat şu nokta unutulmamalıdır ki; insan kalbi, Rahmanî ilhamlara alıcı olduğu gibi, şeytanî vesveselere de açıktır. İkisini birbirinden ayırt edemeyen aldanır ve aldatır. “Keşfiyat te’vîle, rüyalar tabire muhtaçtır” (2) esasını bilmeyen, bu vâdide çok yanılır. Kur’an hakikatlerine ters düşen rüyalarla amel edilmez, bu tür keşifler mutlaka tevil edilmelidir.
Sözgelimi, rüyada oğlunu kurban ettiğini gören birisi, rüyanın zahiriyle amel edecek olursa, evlat katili olur. Bu noktada, kendini Hz. İbrahim’e kıyas etse, yanlış bir kıyas yapar. Zira peygamberlerin rüyası vahiydir. (3) İlgili olaydaki murad-i İlâhi, Hz. İsmail’in kurban edilmesi değil, baba ve oğulun imtihan edilmesidir.
İlham yoluyla gelen bilgide şu özelliklerin tamamını veya bir kısmını görürüz:
1- Teselli.
2- Yönlendirme.
3- Gaybdan haber.
Bu tür bilgi, subjektif bir karakter arzeder. Başkasını bağlayıcı bir özellik taşımaz. Mazhar olan kişi açısından ise, bir kanaat verir. Sıkıntıda olanı ferahlatır. Darda olanı rahatlatır. Arayış içinde olana yol gösterir. Arif olanın marifetini artırır.
Kaynaklar:
1. İmam-ı Gazali, İhyau Ulûmi’d-din isimli eserinin üçüncü cildinde yer alan “Acaibul- kalb” bölümünde, bu bilgi türüyle ilgili geniş açıklamalara yer vermiştir. Ayrıntılar oradan görülebilir.
2. Nursî, Kastamonu lahikası, s. 249
3. Buharî, Vudu, 5
Tarikat nedir?
Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarîkatlar, hakikatlerin yollarıdır. (1)
Tarîkatlar, şeriatın birer delili, ab-ı hayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar. (2) Asırlardır nice ehl-i iman, bu menba’dan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir.
Tarîkat, Resulullah’ın miracının gölgesinde kalb ayağıyla ruhanî bir seyr ü sülûktur. (3)
Tarîkat, hakîkate giden bir yol olmakla beraber, tek yol değildir. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur’ândan almışlardır.
Tarîkatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklindeki soruları, bir cerbezeden ibarettir.
Zira, tarîkatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir. Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması , hicri 3. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.
Kaynaklar:
1. Nursi, Sözler, s 464
2. Bkz. Nursi, Mektubat, s. 444-445
3. Bkz. Nursî, Mektubat, s. 443
Seyr-u sülûk ne demektir?
Seyr u sülûk, tasavvufta bir terbiye disiplinini ifade eder. Okumadan âlim, gezmeden seyyah olunamadığı gibi, mücadele ve murakabe olmadan tasavvufta yol alınamaz. ( Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 30) Talebelik, ilimde bir seyr u sülûktur. Sekiz yıl ilk öğretim, üç yıl lise ve dört yıl üniversite tahsilinden sonra öğrenci , belli bir alanda yetişmiş olur. Bu on beş yıllık tahsil, ona hayli seviye kazandırır.
Onun gibi, tasavvuf yolunda ilmî, fikrî, riyazî bir seyr u sülûktan geçen mürid, zamanla bir mürşit haline gelebilir. Bu seyr u süluk, kişiden kişiye farklılık arzeder. Bazıları kırk günde hakîkate ulaşır. Bir kısmı ise, kırk yılda... Elindeki demire şekil vermek isteyen birisi, hafif bir ateşte onu yumuşatmaya kalksa, belki de yıllarca bekleyecektir. Fakat bir başkası, o demiri altı bin derecelik fırına attığında, hemen ona şekil verebilecektir.
Akıl ve kalbin seyr u sülûkleri çok mühimdir. Bu ikisi birbirine yardımcı olsalar, hakîkate çabuk ulaşırlar. Fakat, sadece birisinde ileri gidilse, hakikatin semasına kolayca kanat açamazlar.
Seyr u sülûkun en ileri mertebelerine Peygamberimiz mazhar olmuştur. Onun mi’racının hakîkati, kemâlat mertebelerinde seyr u sülûktan ibarettir. (Nursî, Sözler, s. 528) Bütün evliyaullahın seyr u sülûkleri, Resulullah’ın mi’racının gölgesinde ilerlemek ve Onun mazhar olduğu İlâhî isimlere, bir derece mazhar olmaya çalışmaktır.
Zikir ne Demektir?
Zikir, Allah’ı anmaktır. Kur’ân’ın sarih emirlerindendir. “Beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara Sûresi, 152), “Allah’ı çokça zikredin ki, felaha eresiniz” (Enfal Sûresi, 45) ayetleri, bu konudaki pek çok ayetten sadece ikisidir.
Zikir iki türlü olur:
1- Lisan ile.
2- Kalb ile.
Asıl olan kalbin zikretmesidir. Dil buna sadece bir tercümandır. Yalnız dilde kalan evrad, kalbe intikal etmedikçe, zikir sayılmaz.( İz, Tasavvuf, 243) Tarlada çalışan çiftçinin, dairede çalışan memurun, fabrikada çalışan işçinin Allah’ı hatırlaması, bir zikirdir. Kur’ân-ı Kerîm bu kimseleri şu şekilde metheder: “Öyle insanlar vardır ki, ne bir ticaret, ne bir alışveriş onları Allah’ı zikirden, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoyamaz.” (Nur Sûresi, 37)
Bunlar, “dışı sahra-yı kesrette, içi umman-ı vahdette” olan kimselerdir. Dış dünya ve bununla meşguliyet, onların gönül âlemlerini bulandırmaz. İç âlemlerinde vahdet ile teneffüs ederler.
Bütün tarîkatların üssü’l-esası olan zikir, kalbi şeffaflaştırır. Ona letafet kazandırır. O kalbi, ilham esintilerine duyarlı bir alıcı haline getirir.
Tarikatta Şeyh ve Mürid
Şeyh, yol gösteren arif kişi, (1) mürid ise, şeyhe bağlı kimse anlamındadır. (2) Şeyh (mürşid), insanları halktan Hakka ulaştırmada bir rehber, bir kılavuzdur. Okulda hoca ne ise, dergâhta mürşit de odur. Hoca, daha çok akla hitap eder. Mürşit ise, ruhla meşgul olur. Mürşidin yüzü nuranî, sözü Rabbanîdir. (3)
Mürşide, şu zâviyeden bakmak isabetli olacaktır: “Üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lazımdır. Mesela, hararet ve ziya, sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Sende, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, ayineyi masdar telakki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte, mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir. Cenab-ı Haktan gelen feyze ma’kes olur. Müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.” (4)
“Vesile” kelimesi üzerinde kısaca durmakta yarar görüyoruz. “Allah’a bir vesile arayın” (Maide Sûresi, 35) ayeti vesileyi emreder. Vesile, Allah’a kurbiyete (yakınlığa) sebep olacak şeylerdir. Mesela, İlâhi emirleri yapmak, günahları terk etmek gibi... (5) Keza, salavat Resulullah’a ulaşmaya bir vesile, Resulullah ise, Rahman’ın rahmetine bir vesiledir. (6)
Doktor, nasıl şifaya vesiledir, fakat şifa Allah’tandır. Onun gibi, mürşid dahi İlâhi feyiz ve hidayete bir vesiledir. Hidayet Allah’tandır. (7) Müridin şeyhine kalbini bağlaması, onda fâni olması, tasavvufî ifadesiyle fena fiş-şeyh; fena fir-resul ve fena-fillaha vasıta olmalıdır. (8) Yani mürid, şeyhinde fani olmak halinden Resulullah’ta fani olmaya yükselmeli, o makamdan da Allah’ta fani olma derecesine çıkmalıdır.
İlim ehli insanlardan istifade, irfan sahibi mürşitlerden ise, istifaza edilir, feyz alınır. Kâmil mürşitlerin huzurunda duyulan huzur, bir feyz tecellisinden ibarettir. “Onların nefesi, gayb âleminin baharındandır. Onun tesiriyle, gönülde ve canda yeşillik ve tazelik husule gelir.” (9)
Bir üstada merbutiyet, bir şeyhe bağlılık güzel olmakla beraber, bu bağlılık insanı, “şeyhim beni kurtarır” şeklinde bir tembelliğe sevk etmemelidir. Nitekim, peygamber hanımı olmak Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarına yetmemiş (Tahrim Sûresi, 10), peygamber oğlu olmak Nuh’un oğullarından birisi için fayda sağlamamıştır. (Hud Sûresi, 45-46). Cenab-ı Hak, Nuh’un oğlu için “O senin ehlinden değil.” demektedir. Şüphesiz bu, neseb itibariyle değil, inanç yönündendir.
Hz. Peygamberin, kızı Fatıma’ya “Ey Fatıma! Amelinle kendini ateşten kurtar. Yoksa ben de seni kurtaramam!” (10) şeklindeki hatırlatması, cidden anlamlıdır.
Beyazid-i Bistami, “Kürkünüzden bir parça verseniz de, teberrüken üzerimde taşısam” diyen müridine şöyle der: “Evladım, sen adam olmazsan, değil Bayezid’in kürkü, belki derisini yüzüp de içerisine girsen, yine fayda etmez.”
Verilen bu örnekler, şefaati reddetmek anlamında değildir. Peygamberlerin, kâmil mürşitlerin elbette şefaati olacaktır. Fakat buna layık olabilmek için, belli bir amel ve ihlas seviyesini yakalamak lazımdır. (11)
Kaynaklar:
1. İz, Tasavvuf, s 100
2. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 114
3. Eraydın,Tasavvuf ve Tarikat, s. 116-1191
4. Nursî, Lem’alar, s. 129-130
5. Alûsi, Ruhu’l- Meâni, Vl, 124-125
6. Nursî, Lem’alar, s. 97
7. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 114-115
8. Eraydın,Tasavvuf ve Tarikat,. s. 384
9. Mevlana, IV, 1008
10. Müslim, İman, 348
11. Tahiru’l-Mevlevi, VII, 692
Kalpler Allahı Anmakla Tatmin Olur
Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut,“filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî...
Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır: “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında kullanmışlardır.
Maddî kalp, bedenin her yanına kan ulaştıran ve dakikada ortalama beş kilo kadar kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaçtır. Kâinat fabrikasında kan üretilecek ki kalp de o kanı bedenin her köşesine pompalasın. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve o kanı bedenin her köşesine sevk etmektedir.
Evet, kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allahın Samed ismine âyine. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle... Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna oluyorlar.
Kalbin bâtınına gelince, samediyete asıl âyine o... “Bâtın-ı kalp âyine-i sameddir.”
Bu hakikati: “Kalpler ancak Allahın zikriyle mutmain olur.” âyet-i kerimesi ders verir.
Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda ile. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, iman.
Ben kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor? İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi marifetullah (Allahı tanıma) olunca, elbette, samediyete en büyük âyine o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, Ona iman ve itaat etmeye muhtaç.
Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.
Midenin açlığını elbisenin güzelliği, yahut gömleğin kalitesi gideremiyor; o ancak rızık istiyor. Kalbin boşluğunu da hiçbir rütbe, hiçbir içtimaî makam, hiçbir beşerî teveccüh ve hiçbir fâni hedef doyuramıyor.
Kalbin Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor bize.
Nedir zikir?
Kelime mânâsıyla hatırlama. Allahı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesi. Kalp, bir fabrika, bir saray, bir misafirhane olan şu muhteşem kâinatın ancak Allahın emir ve iradesiyle var olduğunu bilmekle tatmin olur.
Beden ruhun hanesi ise, kâinat da onun şehridir. Kalp hem bu haneyi sever, hem de o şehri. İkisini de Allahın mülkü bilir. Onun kutsi sıfatlarının bütün eşyayı ihata ettiğine inanmakla hem bedende rahat yaşar, hem kâinatta. Bedeni de huzurla terk eder, kâinatı da. Çok iyi bilir ki, bunların ikisi de kendi mülkü değildir. Böylece ikisinden de geçer, onların hakiki sahibine iltica eder. Dileyeceğini Ondan diler. Hiçbir hâdiseden sarsılmaz, hiçbir musibetten korkmaz. Çok iyi bilir ki, mutlak kudret ve irade ancak Allahındır. Onun izni olmadan ne karınca bir adım atabilir, ne hava deprenebilir, ne kan deveran edebilir, ne güneş ışık saçabilir.
İşte kalp bu iman ve bu marifet ile tatmin olur.
Yediğimiz bir meyvenin ne rengi, ne güzelliği, ne kokusu, ne tadı kalbe ulaşır. Ve kalp bunların hiçbiriyle tatmin olmaz. Ama, insan o renge hayran kaldı mı, o nimete minnettarlık hissetti mi, o tada meftun oldu mu, işte o zaman bu mânâlar kalbe yerleşir. Bu hayret, şükrü getirirse kalp gıdasını almaya başlamış demektir.
Kalp, bu kâinatın özüyle beslenir, mânâsıyla ilgilenir. Onun işi bu âlemle değil, onda tecelli eden ilâhî isimlerledir. Göz elmaya bakarken, kalp onda tecelli eden Allahın isimlerine nazar eder ve ancak böyle bir nazarla tatmin olur.
12.10.09
Allah Sevgisi
ALLAH SEVGİSİ
Sevgi, Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biridir. Her insan hayatı boyunca çok sevdiği, güvendiği, yakın hissettiği kişilerle birlikte olmak ister. Allah'ın verdiği nimetlerin birçoğu, asıl değerini, gerçek sevgilerin ve dostlukların yaşandığı ortamlarda bulur. Örneğin, gördüğü güzel bir manzaradan zevk alan bir insan, duyduğu heyecanı sevdiği biriyle paylaşmak ister. Aynı şekilde en muhteşem ziyafet sofrası ya da en güzel, en şatafatlı ev bile, tek başınayken bir insana çok fazla çekici gelmeyebilir. Çünkü Allah insan fıtratını, sevmekten ve sevilmekten zevk alacak, dostluktan ve yakınlıktan hoşlanacak şekilde yaratmıştır. Kuran ahlakını yaşayan insanlarla birarada olmak, onlarla dostluğu ve sevgiyi yaşamak ise, iman eden bir insana birçok nimetten çok daha fazla zevk verir.
Bu nedenle Allah'ın sevdiği ve hoşnut olduğu kullarına vadettiği cennet, gerçek sevginin, dostluğun ve yakınlığın sonsuza kadar büyük bir coşku ile yaşanacağı olağanüstü güzellikte bir yerdir. Allah'ın Kuran'da cennet hayatına dair verdiği haberlerde hep neşe, arkadaşlık, sevgi, muhabbet, güzel söz ve huzurdan bahsedilmektedir. Sevgi ve dostluğu engelleyecek herşey cennetteki insanlardan uzak tutulmuştur. Örneğin Allah bir ayetinde cennete girecek olan müminlerin kalbinden kinden ne varsa alındığını bildirmiştir. (Araf Suresi, 43) Kıskançlık, düşmanlık, rekabet, öfke, darılma, alınma gibi sevgiyi ve dostluğu engelleyen bütün kötü özellikler cennetin dışında kalacaktır.
Cennette yaşayacak olan Müslümanların önemli özelliklerinden biri, onların dünya hayatındayken de, tüm peygamberleri, Allah'a iman eden, çaba gösteren her salih insanı ve geçmişte yaşamış bütün Müslümanları çok sevmeleridir. İman edenler Allah'ın rızasını kazanmak için çaba gösteren tüm salih müminlere yakınlık duyar, onları kendilerine yakın birer dost ve veli edinirler. Her koşulda ve kayıtsız şartsız onlarla birlikte olmaktan büyük zevk alırlar; bütün Müslümanlara vefa ile bağlıdırlar. Allah, müminlerin kalplerindeki imanlarından, Allah korkularından kaynaklanan bu güzel sevgiye ve Rabbimiz'e olan içten bağlılıklarına karşılık, onları sevginin ve sadakatin en güzel mekanı olan cennetle ödüllendirecektir.
Müminlerin kalplerindeki sevginin asıl kaynağı ise Allah'a olan derin sevgileridir. Müminler, Allah'ı çok severler ve hayatlarının her anında Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanmak için ciddi bir çaba gösterirler.
Allah, tüm insanları yoktan var etmiştir. İnsan bir hiçlikken Allah'ın rahmeti sayesinde bir can sahibi olmuştur. Kullarını bu dünyada barındıran, çeşit çeşit yiyecekler, meyveler sunan, binbir türlü çiçekle, sevimli hayvanlarla bize zevk verecek manzaralar yaratan, güneşten suya, havadan vitaminlere kadar ihtiyacımız olan herşeyi kusursuzca var eden, uzayın boşluğunda binlerce kilometre hızla yol alan dünyayı her an güvenlik içinde tutan, Rahman, Rahim ve sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz'dir. Allah'ın üzerindeki nimetlerini, O'nun herşeye güç yetiren ve tüm evrenin tek hakimi olduğunu, herşeyi en güzel ve hayırlı şekliyle yarattığını düşünen her müminin Allah'a olan sevgisi daha da güçlenir. Allah'ı seven ve Allah'tan korkan bir insan, O'nun sınırlarını büyük bir şevk ve istekle korur; Allah'ın her emrini kusursuzca yerine getirmek için büyük bir titizlik gösterir, Allah'ın hoşnutluğunu, sevgisini, rahmetini ve cennetini kazanmak için hayatı boyunca bütün gücüyle çalışır.
Allah'ı çok seven, Allah'tan korkan, O'nun kendisinden hoşnut olması için samimi bir gayret gösteren her mümin, dünyaya güzellik kazandıran hayırlı insanlardandır. Allah'ı seven insan, Allah'ın yarattıklarını da sever, onlara karşı şefkat ve merhamet duyar, onları korumak, onlara hayır ve güzellik getirmek ister. Dünyanın en hayırlı, en üstün ahlaklı insanlarından olan Allah'ın elçileri de, çevrelerindeki insanları sevgiye ve yakınlığa davet etmişlerdir:
İşte Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına şu şekilde müjde vermektedir.
De ki: "Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum." Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)
İnsanların bir kısmı Kuran ahlakını bilmedikleri, Allah'ı gerektiği gibi tanıyıp takdir edemedikleri için sevgiden ve dostluktan mahrum kalarak, can yakan, yarı azap içinde bir hayat sürmektedirler. Bu insanlar arasında en görkemli görünen hayatı yaşayanlar bile, aslında gerçek mutluluğu ve huzuru bulamamaktadırlar. İmanı yaşamayan bu insanlar için sevgisiz, dostsuz ve yalnız yaşanan bir hayatın hiçbir anı zevkli ve güzel değildir. Allah, sevgisizliği iman etmeyenlere dünyada ve ahirette nankörlüklerinin ve iman etmemelerinin bir karşılığı olarak vermektedir. Bu insanlar ne gerçek anlamda severler ne de sevilirler. Allah'a ortak koşarak yaşadıkları sevgi ise gerçek sevgi değildir ve onlara daima karamsarlık, mutsuzluk ve acı getirir.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi yalnızlık ve dostsuzluk cehenneme ait bir özelliktir:
Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu. Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı. Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur. (Hakka Suresi, 33-35)
Bu kitabın amacı inananlara, sonsuz rahmet sahibi olan Rabbimiz'e, Allah'ın yarattıklarına ve müminlere olan sevginin önemini hatırlatmak, Allah'ı inkar edenlere ait bir özellik olan sevgisizliğin bir insan için ne kadar büyük bir bela ve azap olduğunu göstermektir. Her mümin bu duruma düşmekten kaçınmalı, cennet sevgisini dünyadayken yaşamaya başlamalı, tek dost ve Veli olan Rabbimiz'e ve müminlere sevgi ve vefa ile bağlanmalıdır.
Sevgi, Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biridir. Her insan hayatı boyunca çok sevdiği, güvendiği, yakın hissettiği kişilerle birlikte olmak ister. Allah'ın verdiği nimetlerin birçoğu, asıl değerini, gerçek sevgilerin ve dostlukların yaşandığı ortamlarda bulur. Örneğin, gördüğü güzel bir manzaradan zevk alan bir insan, duyduğu heyecanı sevdiği biriyle paylaşmak ister. Aynı şekilde en muhteşem ziyafet sofrası ya da en güzel, en şatafatlı ev bile, tek başınayken bir insana çok fazla çekici gelmeyebilir. Çünkü Allah insan fıtratını, sevmekten ve sevilmekten zevk alacak, dostluktan ve yakınlıktan hoşlanacak şekilde yaratmıştır. Kuran ahlakını yaşayan insanlarla birarada olmak, onlarla dostluğu ve sevgiyi yaşamak ise, iman eden bir insana birçok nimetten çok daha fazla zevk verir.
Bu nedenle Allah'ın sevdiği ve hoşnut olduğu kullarına vadettiği cennet, gerçek sevginin, dostluğun ve yakınlığın sonsuza kadar büyük bir coşku ile yaşanacağı olağanüstü güzellikte bir yerdir. Allah'ın Kuran'da cennet hayatına dair verdiği haberlerde hep neşe, arkadaşlık, sevgi, muhabbet, güzel söz ve huzurdan bahsedilmektedir. Sevgi ve dostluğu engelleyecek herşey cennetteki insanlardan uzak tutulmuştur. Örneğin Allah bir ayetinde cennete girecek olan müminlerin kalbinden kinden ne varsa alındığını bildirmiştir. (Araf Suresi, 43) Kıskançlık, düşmanlık, rekabet, öfke, darılma, alınma gibi sevgiyi ve dostluğu engelleyen bütün kötü özellikler cennetin dışında kalacaktır.
Cennette yaşayacak olan Müslümanların önemli özelliklerinden biri, onların dünya hayatındayken de, tüm peygamberleri, Allah'a iman eden, çaba gösteren her salih insanı ve geçmişte yaşamış bütün Müslümanları çok sevmeleridir. İman edenler Allah'ın rızasını kazanmak için çaba gösteren tüm salih müminlere yakınlık duyar, onları kendilerine yakın birer dost ve veli edinirler. Her koşulda ve kayıtsız şartsız onlarla birlikte olmaktan büyük zevk alırlar; bütün Müslümanlara vefa ile bağlıdırlar. Allah, müminlerin kalplerindeki imanlarından, Allah korkularından kaynaklanan bu güzel sevgiye ve Rabbimiz'e olan içten bağlılıklarına karşılık, onları sevginin ve sadakatin en güzel mekanı olan cennetle ödüllendirecektir.
Müminlerin kalplerindeki sevginin asıl kaynağı ise Allah'a olan derin sevgileridir. Müminler, Allah'ı çok severler ve hayatlarının her anında Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanmak için ciddi bir çaba gösterirler.
Allah, tüm insanları yoktan var etmiştir. İnsan bir hiçlikken Allah'ın rahmeti sayesinde bir can sahibi olmuştur. Kullarını bu dünyada barındıran, çeşit çeşit yiyecekler, meyveler sunan, binbir türlü çiçekle, sevimli hayvanlarla bize zevk verecek manzaralar yaratan, güneşten suya, havadan vitaminlere kadar ihtiyacımız olan herşeyi kusursuzca var eden, uzayın boşluğunda binlerce kilometre hızla yol alan dünyayı her an güvenlik içinde tutan, Rahman, Rahim ve sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz'dir. Allah'ın üzerindeki nimetlerini, O'nun herşeye güç yetiren ve tüm evrenin tek hakimi olduğunu, herşeyi en güzel ve hayırlı şekliyle yarattığını düşünen her müminin Allah'a olan sevgisi daha da güçlenir. Allah'ı seven ve Allah'tan korkan bir insan, O'nun sınırlarını büyük bir şevk ve istekle korur; Allah'ın her emrini kusursuzca yerine getirmek için büyük bir titizlik gösterir, Allah'ın hoşnutluğunu, sevgisini, rahmetini ve cennetini kazanmak için hayatı boyunca bütün gücüyle çalışır.
Allah'ı çok seven, Allah'tan korkan, O'nun kendisinden hoşnut olması için samimi bir gayret gösteren her mümin, dünyaya güzellik kazandıran hayırlı insanlardandır. Allah'ı seven insan, Allah'ın yarattıklarını da sever, onlara karşı şefkat ve merhamet duyar, onları korumak, onlara hayır ve güzellik getirmek ister. Dünyanın en hayırlı, en üstün ahlaklı insanlarından olan Allah'ın elçileri de, çevrelerindeki insanları sevgiye ve yakınlığa davet etmişlerdir:
İşte Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına şu şekilde müjde vermektedir.
De ki: "Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum." Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)
İnsanların bir kısmı Kuran ahlakını bilmedikleri, Allah'ı gerektiği gibi tanıyıp takdir edemedikleri için sevgiden ve dostluktan mahrum kalarak, can yakan, yarı azap içinde bir hayat sürmektedirler. Bu insanlar arasında en görkemli görünen hayatı yaşayanlar bile, aslında gerçek mutluluğu ve huzuru bulamamaktadırlar. İmanı yaşamayan bu insanlar için sevgisiz, dostsuz ve yalnız yaşanan bir hayatın hiçbir anı zevkli ve güzel değildir. Allah, sevgisizliği iman etmeyenlere dünyada ve ahirette nankörlüklerinin ve iman etmemelerinin bir karşılığı olarak vermektedir. Bu insanlar ne gerçek anlamda severler ne de sevilirler. Allah'a ortak koşarak yaşadıkları sevgi ise gerçek sevgi değildir ve onlara daima karamsarlık, mutsuzluk ve acı getirir.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi yalnızlık ve dostsuzluk cehenneme ait bir özelliktir:
Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu. Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı. Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur. (Hakka Suresi, 33-35)
Bu kitabın amacı inananlara, sonsuz rahmet sahibi olan Rabbimiz'e, Allah'ın yarattıklarına ve müminlere olan sevginin önemini hatırlatmak, Allah'ı inkar edenlere ait bir özellik olan sevgisizliğin bir insan için ne kadar büyük bir bela ve azap olduğunu göstermektir. Her mümin bu duruma düşmekten kaçınmalı, cennet sevgisini dünyadayken yaşamaya başlamalı, tek dost ve Veli olan Rabbimiz'e ve müminlere sevgi ve vefa ile bağlanmalıdır.
11.10.09
Kalender Küşadi
KALENDER KÜŞADİ
Kısa Özgeçmişi
Bin dokuz yüz elli bes yilinda Bayburtun Oroçbeyli köyünde dünyaya geldi Ilk okulu kendi köyünde bitirdi. Orta okulu ve liseyi Gümüshane Imam-Hatip lisesinde bitirdikten sonra askerlik dönüşü ilk olarak Bayburt'un Isikova köyünde göreve basladı.Orada alti yil görev yaptiktan sonra Oroçbeyli köyüne tayin edildi. Oroçbeyli köyünde üç yil görev yaptim. Daha sonra Istanbul' un Silivri ilçesi Yolçati köyüne tayin edildi. Burada Eskisehir Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesini bitirdi. Halen ayni köyde Imam-Hatiplik görevime devam etmekteyim.Tasavvufi çalismalarima onbes yasimda baslamis olup, birçok ehlikamil insanla tanisip sohbetlerinde bulundu. Kalender Küşadinin maneviyyat Mürşitlerinin Veysel Karani Hazretleri İrşadi Baba Ağlar Baba Hazretleri dir.Tek Amacının İrşadi Baba bayburdi Ve Ağlar Baba Bayburdinin Fikri Yapısını Topluma tanıtmak olduğunu söylemektedir.Zaten sohbetlerinide Daima o Büyük değerlerden misallerle süslemektedir.Yüce Rabbim cümlemize saglikli ömür v e firaset nasip eylesin Amin.
BEYT-I KALENDER
Dünya cevri cefasini yüklendim
Yenis yokus koşa koşa yoruldum
Ihtiyarlik cetveline eklendim
Ayak gitmez kalka düşe yoruldum.
Bir lokma ekmege kandirdi beni
Dünya çemberinde döndürdü beni
Gaflet güllerine kondurdu beni
Felegin cevrinde boşa yoruldum.
Hayat denizinde yüzgece durdum
Ne bir gemi gördüm ne liman buldum
Nefsi emarenin kurbani oldum
Zaman dalgasinda haşa yoruldum
Kolumda kuvvet yok dönmüyor çarkım
Kurumuş dallardan kalmadi farkım
Tatlı hayallerle bulandi aklım
Gaflet aleminde düşe yoruldum.
Bu kalender yanip yanip söyledi
Hicran ocaginda gönül eyledi
Cümle dertler beni mekan eyledi
Gam yurdunda pişe pişe yoruldum.
BEYT-I KALENDER
Kinamayin dostlar beni.
Halim Irsadi halidir.
Seyyit Aglardir bagbani
Gülüm Irşadi gülüdür.
Ruhum içten içe yanar.
Gece, gündüz Hakki anar.
Seyyit Aglar çarki sarar.
Telim Irşadi telidir.
Veysel Karani pirimiz.
Al yesil mihrap yerimiz.
Aglar gülmez önderimiz.
Yolum Irşadi yoludur.
Içmisem pir kasesinden.
Söylerem Hak dizesinden.
Çikar Aglar gözesinden.
Selim Irşadi selidir.
Nefsi gönül havanında.
Dövmüsem Hak divaninda.
Seyyit Aglar kovaninda.
Balim Irşadi balıdır.
Seherde gül açar baglar.
Yıkılır Zemini daglar.
Agacimiz Seyyid Aglar.
Dalım Irşadi dalidir.
Ey Kalender kalbin dolu.
Çok sükür buldun hak yolu.
Kolum Seyyid Ağlar kolu.
Elim Irşadi elidir
İlahiler Görüntülü
Ziyaret İçinde Bir Huri Gezer
Gider Oldum Vatanımdan
Durma Deli Gönül Durma
Kınamayın Bizi Hadi Sevenler
Alemi Ruhanda Gördüm Bir Güzel
Kalender Küşadi nin Rüyası
Bismillahirrahmanirrahim.
Bir Seher vakti tesbihattan sonra hemen kıbleye doğru ruhsat uykusuna yattım.
Tam Uyumuştumki Ağlar baba hazretleri ve resulullah sav.efendimiz muazzam bir kıyafetle bana müsafir geldiler yanlarında saidi nursi hazretleri de vardı.
Ben onlara çok güzel bir sofra hazırladım.resulullah efendimiz ve ağlar baba hazretleri yanyana oturdular ben ve saidi nursi hazretleri karşılarına oturduk.
Bediüzzaman Saidi nursi Beni Resulullah efendimize tanıttı. bende öyle bir hal oluştuki onu asla tarif edemem . Vücudum sanki ibrahim peyganberin nemrudun ateşindeki şefka büründü.
Sonra ben acizane masanın aldından girip önce resulullah efendimizin mübarek ayaklarını yaladım. daha sonra yukarıyadoğru çıkarak mübarek el ayasını emmeye başladım ve ağladıkça ağlıyordum.
Resulluh efendimiz bana dönerek yakında kafkasyada büyük karışıklık olacak biz oraya gidiyoruz. Sen bizi sevenleri uyar . Bizim adımız kullanarak yedi yıl içinde islam aleminde çok büyük bir fitne çıkarılacak. Bizi sevenler o fitnenin içinde olmasın. Buyurdular ve sonra kalkıp gittiler.
Bense öyle bir hoş alemde yanıyordumki tarifi mümkün değil. göz yaşlarıyla uyanıp kendime geldiğimde avuç ayamın ağzımda emdiğimi gördüm. ve bu olayı insanlara anlatmayı kendime bir borç bildim. Allaha emanet olun
Üveysilik
Ey ruhum! Allahütaalaya çok yalvar. Allah için çok agla ki, Cehen-nem atesinden emin olasin.Dünyanin çikar ve menfaatlerini Ahiret yurduna tercih etme. Mutlaka Hz. Muhammed (sav) sünneti üzerine yasamaya çalis.Ey gönül! Ehli dil için Tasavvuf bir irfan mektebidir. Gönül ehli olan kisi bu mektebe sabirla devam eder.
Ey gönül eri! Tasavvuf Hazreti Muhammed'in yolunun adidir. Bu yol Mü'mini gönülde kurulmus olan sehre götürür.
Ey Mü'min!Sende Halik'in isimlerini dilinde zikir ederek; kalbini Allah sevgisine aç. Sunu unutmaki; Halik'in isimlerini zikirden lezzet alan dil, onu anmaktan asla usanmaz.
Ey Mü'min! zikrinle, fikrinle öyle bir gül bahçesine girki; O bahçeye senden önce Nebizisan girmis olsun.
Ey Mü'min! Sende seherde uyan ve nisan gözle.Birgün mutlaka, gözledigin nisandan kalbine feyiz gelir. Kalbine gelen feyizden birkere lezzet alinca , bir daha asla terk edemezsin.
Ey Mü'min! Gülün tasavvuftaki yeri çok kiymetlidir. Çünkü gül- deki koku, Nebizisan efendimizin kokusunu hatirlatir. Unutma ki; gönül bagina, ilk önce Nebizisan girdi ve gülü asika bir nisan olarak dikti.O güle konan asiklar, dünya hayatini unutup ; Ahiret yolunu tercih ederler.
Ey Mü'min! Asik olan kisi , gül üstünde sebat eder. O gülden asla inmeyip ; gece gündüz Allah-Tealayi zikir eder ve Allah için söyler. Gül üstünde sebat eden kul, zamanla en yüksek derecelere ulasir. Dünyadaki en kiymetli seyler, onun için kiymetsiz ve alçak sayilir. Gece ve gündüz, o gülü bekledigi için, hal ehli olur ve Allah-Teala'nin sundugu ahiret rütbelerini çok üstün görür.
Ey Mü'min! Dünyanin cazibesine aldanip, sakin gülden inme. Unutma ki! Gülü, Nebizisan asika vermistir.Bunun için, Allah-Teala Hazretlerine çokca yalvarip, diyelim ki ! Ey Rabbimiz! Sen her seyin eniyisini bilir ve her seye yardim edersin. Ey Rabbim! Sen her zaman askimi çogalt.Ey Rabbim! Resuli Erkem'in gösterdigi yolda kapina geldim. Sen çok cömertsin. Beni muhabbet gülünden indirme.Senin askini kalbimden eksik etme.Ey Rabbim! Mürgi Bülbül gül için nasil ötüyor, yanip tutusuyorsa, bende senin ismini zikir edeyim, senin askinla yanip tutusayim .Her gün baska bir hale geçeyim. Bülbül nasil daldan dala konuyorsa, bende maneviyat baginda gezineyim. Bana sundugun gönül bahçesindeki gonca güllerde, Hakki tesbih edeyim ve Haktan söyleyeyim. Ey Rabbim! Namazimda ve tesbi- himde sana çok yalvariyorum . Maneviyat kapilarini bana aç ve beni manevi halden uzaklastirma. Ey Rabbim! Dualarimi sen kabul etmezsen, ben kimlere halimi arz ederim. Senin kapindan baska gidecek kapim yoktur benim.
Ey Ezel ve Ebed olan Rabbim! Cümle mahlukati yaratan Sensin. Sen cümle mahlukatin rizkini, en güzel sekilde verirsin. Benim rizkimi hikmetinden ver ki; manali hos sözler söyleyeyim. Dilimi açki, çokca tövbe edeyim. Her nefesimde Sen'i anayim.
Aziz kardesim! Sizlere gücümün yettigince dört ilimden bahsetmek istiyorum.
1-ILMI SERIAT- Allah'in emirlerini tutup , nehiylerinden kaçinmak. Yani Farzi, vacibi, Sünneti, Müstehabi ve Otuz iki farzi ögrenip; cani gönülden eda etmek. Harami, Mekruhu, Müfsidi ögrenip; Atesten kaçar gibi, bu fenaliklardan kaçinmak. Yani, hayatimizi Kur'an-a göre devam ettirmek.
2-ILMI TARIKAT- Aziz kardesim! Mü'minin kalbindeki iman, ancak Ilmi Tarikatla tamamlanir.Kalbi tezkiye olan Mü'min; gece ve gündüz Allah rizasini arar. Yaptigi her isinde Allah rizasini gözetir.
3-ILMI HAKIKAT- Ilmi hakikattaki Mü'min, hayvani sifatlardan arinarak; Insan-i Kamil olma yolunu tutar.
4- ILMI MARIFET-Ilmi marifetteki Mü'min salim bir kalple, Insani Kamil olmanin mutlulugunu yasar. Allah katindaki derecesi çok yüksek oldugundan ; kendisine yapilan her çesit zarari Allah'a havale eder. Insanlara dini anlatarak toplumu irsat etmeye çalisir. Allah'i zikirden uzak geçen zamanini, kaybedilmis zamanlar olarak bilir.
Aziz kardesim! Saydigimiz bu dört kapidan geçen Mü'min, kalp sarayinin kapilarini açar. Gizliden gizliye maneviyat alemini seyreder.Uykusunu terk eder.Az yer ve az içer. Nefsin tehlikelerini bildigi için; Gönül sehrinde bir nisangah kurar. Kalp sarayi tamamen ziynetlendirir. Kendisini daima Allah-Teala ile bütün hisseder. Allah'in nuru, kalbinin içerisine vurur ve kalbinde nur zerresi hasil olur. Kalbe yansiyan nuru misbah, zulmet perdelerini kirar döker. Zulmet perdeleri dökülünce; Mü'minin kalbinin her tara- fi aydinlik olan bir sehristana dönüsür.
RUYETÜSSALİHİN
RUYETÜSSALİHİN
Aziz kardesim! Ru'yetüs salihin, Arifler ve Allahin has kullarinin halidir.
Allah cc. Salih kullarina kerameti bahs eylemis tir. Yüce
Rabbimiz, Salih kullarini Tariki müstakime alarak, onlara gizlice
keramet verir. Onlara öyle bir kapi açar ki, o kapidan Salih kul,
Allah-Tealanin, Zati tecelliyatindan feyiz alir. Salih Mü'min,
Allahin Cemal sifatindan öyle feyiz alir ki; Bu feyizat'i hiç bir kulak
duymamistir. O mü'min, hal ehli oldugundan, nisangah alemine el uzatir.
Gizli bir mihraba girerek, mürsidi kamil ile bulusur.
Mürsidi kamilin feyzini alarak, adeta mest olur.
Sonra kalbine Allah Teala nin Cemal sifatindan, bir nur sölvesi yansir.
Cemal sifatindan yansiyan bu sölve ile, Salih Mü'minin kalbi, adeta ask atesiyle yanip tutusur.
Aziz kardesim ! Bu yazdiklarim ehli hakikat içindir. ( Hayret alemine geçerek Mir'et görenler.)
Bu çizgide olmayan kullara belki anlamsiz gele bilir, ancak ehli hakikat in beni anladigindan eminim.
Cemal'ullahtan feyiz alan Salih kullar, her nereye baksalar , Allahtan bir nisan görürler.
Kalplerinde Cemal' Ullahin nuru usule gelen Salih kullar,bu hallerinde devam ederlerse,
Fenafillah ve Bekabillah mertebelerine ererler.
Bu mertebeler, Mürsidi kamilin dereceleridir. Bu derecelere çikan kulun , Gizli olan kerameti açiga çikar.
Allahin kudretini her an açiktan açiga seyreder ve hiç taaccübe kapilmaz. Çünkü bu onun devamli halidir.
Mir'et Ullah ; bir Günes gibi kalbine vurdugu için, kendi kalbini dahi ayan, beyan seyreder.
Kalbinden zulmet perdeleri kalktigi için, nazar ettigi tüm insanlarin manevi haline vakif olur.
Çünkü, insanlara Allahin nazari ile bakar. Fenafillah babini açan kullar, temutu sirrina vakif olurlar.
Kalpteki tüm perdeleri açtiklarindan,dereceleri yükseldikçe, yükselir.
Aziz kardesim! Mutmainne babinda sebat eden kul; Raziye ve Merziye kapilarinin güzelligini
görmeye baslar .O kapilardan geçmek için adeta can atar.
Ey Rabbimiz ! Yüce Kur'an-inda “Semme Veçhullah” buyurdun. Bizleri, zati veçhine bakar eyle.
Ey Mucip! Bin bir ismin hörmetine, dualarimizi kabul eyle. Kudreti esyada gizli olan ve tüm mekanlardan
münezzeh olan Allahimiz! Kudretinden bizlere öyle bir nisan göster ki;Muhammed Mustafanin varisi olalim.
Bizleri veli kullarin gibi gece ve gündüz aglatarak; kalbimize ilham ver. Ey bin bir adli Zül Celal Sübhanimiz;
Hikmetini kalbimizden uzaklastirarak hasta etme. Okuyanlarin ve dinleyenlerin ruhlarini sad eyle.
Ölmüslerine rahmet eyle.Gönüllerini askinla küsad eyle. Hz.Muhammed sav.efendimizin sefaat'i alilerine nail eyle.
Cennet ve Cemalini nasip eyle. Amin . Bi hürmeti seyyidel mürselin
velhamdülillahi Rabbil alemi EL FATIHA.
Aziz kardesim! Bu hakikat ilminin, asla sonu yoktur. Künhüne vakif olmak, ancak Peyganberimize mahsustur.
Yani bu ilmi,Allah-Teala hazretleri yalniz Peyganber efendimize vermistir. Biz nere, ilmi hakikati bilmek nere. Yüz bölümünden,
bir bölü-münü bilmeye dahi kuvvetimiz kafi gelmez. Her zaman, Allah-Tealanin fazli keremine muhtaciz. Su kadar var ki,
Peyganber efendimizin yolunu takip edip gitmek; ehli iman olan kimselerin
sanindandir. Peyganber efendimizin yolunu bulmak için; Sünnet-Ullaha ve sünneti Resulullaha uymak gerekir.Fevzi felaha ancak,
sünnetullaha uyan Mü'minler kavusurlar. Fevzi felah korktugun-dan emin, umduguna nail olmak demektir. Ehli hal olmak için,
mutlaka tevekkül babina girmek gerekir.
Aziz kardesim! Ru'yetüs salihin, Arifler ve Allahin has kullarinin halidir.
Allah cc. Salih kullarina kerameti bahs eylemis tir. Yüce
Rabbimiz, Salih kullarini Tariki müstakime alarak, onlara gizlice
keramet verir. Onlara öyle bir kapi açar ki, o kapidan Salih kul,
Allah-Tealanin, Zati tecelliyatindan feyiz alir. Salih Mü'min,
Allahin Cemal sifatindan öyle feyiz alir ki; Bu feyizat'i hiç bir kulak
duymamistir. O mü'min, hal ehli oldugundan, nisangah alemine el uzatir.
Gizli bir mihraba girerek, mürsidi kamil ile bulusur.
Mürsidi kamilin feyzini alarak, adeta mest olur.
Sonra kalbine Allah Teala nin Cemal sifatindan, bir nur sölvesi yansir.
Cemal sifatindan yansiyan bu sölve ile, Salih Mü'minin kalbi, adeta ask atesiyle yanip tutusur.
Aziz kardesim ! Bu yazdiklarim ehli hakikat içindir. ( Hayret alemine geçerek Mir'et görenler.)
Bu çizgide olmayan kullara belki anlamsiz gele bilir, ancak ehli hakikat in beni anladigindan eminim.
Cemal'ullahtan feyiz alan Salih kullar, her nereye baksalar , Allahtan bir nisan görürler.
Kalplerinde Cemal' Ullahin nuru usule gelen Salih kullar,bu hallerinde devam ederlerse,
Fenafillah ve Bekabillah mertebelerine ererler.
Bu mertebeler, Mürsidi kamilin dereceleridir. Bu derecelere çikan kulun , Gizli olan kerameti açiga çikar.
Allahin kudretini her an açiktan açiga seyreder ve hiç taaccübe kapilmaz. Çünkü bu onun devamli halidir.
Mir'et Ullah ; bir Günes gibi kalbine vurdugu için, kendi kalbini dahi ayan, beyan seyreder.
Kalbinden zulmet perdeleri kalktigi için, nazar ettigi tüm insanlarin manevi haline vakif olur.
Çünkü, insanlara Allahin nazari ile bakar. Fenafillah babini açan kullar, temutu sirrina vakif olurlar.
Kalpteki tüm perdeleri açtiklarindan,dereceleri yükseldikçe, yükselir.
Aziz kardesim! Mutmainne babinda sebat eden kul; Raziye ve Merziye kapilarinin güzelligini
görmeye baslar .O kapilardan geçmek için adeta can atar.
Ey Rabbimiz ! Yüce Kur'an-inda “Semme Veçhullah” buyurdun. Bizleri, zati veçhine bakar eyle.
Ey Mucip! Bin bir ismin hörmetine, dualarimizi kabul eyle. Kudreti esyada gizli olan ve tüm mekanlardan
münezzeh olan Allahimiz! Kudretinden bizlere öyle bir nisan göster ki;Muhammed Mustafanin varisi olalim.
Bizleri veli kullarin gibi gece ve gündüz aglatarak; kalbimize ilham ver. Ey bin bir adli Zül Celal Sübhanimiz;
Hikmetini kalbimizden uzaklastirarak hasta etme. Okuyanlarin ve dinleyenlerin ruhlarini sad eyle.
Ölmüslerine rahmet eyle.Gönüllerini askinla küsad eyle. Hz.Muhammed sav.efendimizin sefaat'i alilerine nail eyle.
Cennet ve Cemalini nasip eyle. Amin . Bi hürmeti seyyidel mürselin
velhamdülillahi Rabbil alemi EL FATIHA.
Aziz kardesim! Bu hakikat ilminin, asla sonu yoktur. Künhüne vakif olmak, ancak Peyganberimize mahsustur.
Yani bu ilmi,Allah-Teala hazretleri yalniz Peyganber efendimize vermistir. Biz nere, ilmi hakikati bilmek nere. Yüz bölümünden,
bir bölü-münü bilmeye dahi kuvvetimiz kafi gelmez. Her zaman, Allah-Tealanin fazli keremine muhtaciz. Su kadar var ki,
Peyganber efendimizin yolunu takip edip gitmek; ehli iman olan kimselerin
sanindandir. Peyganber efendimizin yolunu bulmak için; Sünnet-Ullaha ve sünneti Resulullaha uymak gerekir.Fevzi felaha ancak,
sünnetullaha uyan Mü'minler kavusurlar. Fevzi felah korktugun-dan emin, umduguna nail olmak demektir. Ehli hal olmak için,
mutlaka tevekkül babina girmek gerekir.
Allah ile kul arasına Girmek
Allah ile kul arasına Girmek
Çevremizdeki bazı insanların zaman zaman ‘Bir mürşide bağlanmak gerek, tövbe alıp tasavvuf terbiyesine girmek lazım!..’ diye söze başladıklarında, kendilerine nedense hep aynı karşılık verilir:
“Allah ile kul arasına kimse giremez!..”
Çoğu kimseler bu sözle, tasavvuf yoluna girenlerin Allah ile aralarına Allah’ın razı olmadığı kimseleri koyduğunu, bir mürşide bağlanmakla şirk tehlikesine düştüklerini, kendilerinin ise böyle bir tehlikeden uzak olduklarını anlatmaya çalışırlar.
Acaba işin gerçeği böyle mi?
Bu sözün gerçek manası bilinmezse fitne kaçınılmaz olur; zarar verir. Bu zarar imana dokunur, dini zedeler, din kardeşliğini sarsar, kardeşlik ruhunu öldürür.
Allah ile kul arasına kimse giremez sözü, niyete göre farklı sonuçlar doğurur. Eğer bu söz:
“Ben Allah’a kullukta önümde kimseyi istemem, peygamber, kitap, alim, mürşit tanımam, istediğim gibi kulluk yaparım, keyfimce ibadet ederim.”
Anlamında söyleniyorsa insanı dinden çıkarır. Daha doğrusu böyle düşünen kimse küfür, isyan ve gaflet içinde kalmış demektir. Eğer bu söz:
“Ben Allah’a giden yolda Allah’ın peygamberi ve kitabı ile yetinirim, onlar ne diyorsa onu yaparım, başka kimseyi kabul etmem, alimlere bakmam, velilere bağlanmam, mezhepler beni ilgilendirmez, dini kendi anladığım gibi yaşarım”
Anlamında söylenmişse, söyleyen sorumludur. Bu kişi inanç esaslarını zorlamış, kendini tehlikeli bir sona doğru sürüklüyor demektir. Çünkü arada alimler olmadan kendi başına dinin öğrenilmesi, anlaşılması ve yaşanması nasıl mümkün olacak!?
Oysa Kur’an ve Sünnet, hak yolda birlik (cemaat) olmayı, bu beraberliğin başındaki imama itaat etmeyi, topluca Allah’ın ipine sarılmayı, hep birlikte tövbe etmeyi, bilmediklerimizi alimlere sormayı, takva ve iyilikte yardımlaşmayı, bunun için Allah’ın sadık kulları ile beraber olmayı açıkça emretmektedir.
Dinin hükmü bu iken, bir mümin hangi delil ve mantıkla, ‘Bana bunlar gerekmez’ diyebilir? Dese bile bunun Allah katında ne kıymeti olabilir? Eğer bu söz:
“Allah benim her hâlimi görüyor, biliyor, sözümü işitiyor, niyazımı dinliyor. Ben namazda, secdede, zikirde, duada ve tövbede kalbimi Rabbime bağlıyorum. Onun için gönlüme kimseyi koyamam, kimseden bir şey bekleyemem. Benim korkum, sevgim, niyetim, hedefim sadece Allah’tır.”
Anlamında söyleniyorsa ne güzel. İşin doğrusu da budur, böyle olması lazımdır.
Zaten bütün peygamberler kalbi dünyadan çekip bu şekilde Allah’a bağlamak için gelmişlerdir. Onlara vâris olan alimlerin ve kamil mürşitlerin işi de budur. Buna Allah adamı olmak denir.
Ama ne var ki, kalbin bütün varlıklardan çekilip sadece Yüce Allah’a bağlanması kolayca elde edilecek bir nimet değildir. Bu tam bir hürriyet hâlidir. Arifler o hâli elde etmek için nefisleri ile bir ömür mücadele vermekte ve Allah ile aralarına giren engelleri yok etmek için mücadele etmektedirler.
Şu halde Allah ile aramızdaki engeller nedir?
Allah’a gitmek, Allah’a kavuşmak deyince ne anlaşılmalıdır?
Bizi ilgilendiren konu budur.
Allah’a gitmek gönül ile olur. Allah’a ulaşmak bir hâldir, sevgidir, aşktır. Bu kavuşma dışa doğru değil, içe doğrudur. Kalıp ile değil kalp iledir.
Kalpleriyle manevi engelleri geçenler, nefislerini aşanlar Yüce Mevla’yı bulurlar. Allahu Teala’nın insana şah damarından daha yakın olduğunu anlarlar. Bu buluşma O’nun razı olduğu amelleri yaparak gerçekleşir.
Bu iş insanın nefsi ve keyfine göre değil, Yüce Allah’ın çizdiği sınırlara göre olur. Bu sınırlara din denir.
Bizi Yüce Allah’a götürecek tek din İslam’dır. İslam, Kur’an ve Sünnetin çizdiği yoldur. Kur’an, Yüce Rabbine kavuşmak isteyenlere yolu şöyle tarif eder:
“Kim Rabbine kavuşmak istiyorsa salih amel yapsın ve Rabbine ibadetinde hiç kimseyi ortak etmesin.”
Demek ki Yüce Allah’a gitmek için iman, ihlas ve salih amel lazımdır. Allah’a giden yola uyanık kalple varılır, sevgi ile engeller aşılır, ihlasla hedef bulunur. Bu yolun başı ve sonu edepten ibarettir.
Bu yolun en büyük engeli nefis, en azılı düşmanı şeytan, en sarp yokuşu dünyadır. Nefis edeple süslenmeden, şeytan sindirilmeden, dünya sevgisi kalpten silinmeden Yüce Allah’a gidilemez.
Buna manevi terbiye ve arınma denir. Kendisini aşamayan insan, varlığın sahibine ulaşamaz. Bir arif şöyle diyor:
Allah’a giden yol iki adımdır:
Birinci adımda nefsine bas...
İkinci adımda Rabbine kavuşursun.
KAYNAKLARIYLA TASAVVUF
DR. DİLAVER SELVİ
Çevremizdeki bazı insanların zaman zaman ‘Bir mürşide bağlanmak gerek, tövbe alıp tasavvuf terbiyesine girmek lazım!..’ diye söze başladıklarında, kendilerine nedense hep aynı karşılık verilir:
“Allah ile kul arasına kimse giremez!..”
Çoğu kimseler bu sözle, tasavvuf yoluna girenlerin Allah ile aralarına Allah’ın razı olmadığı kimseleri koyduğunu, bir mürşide bağlanmakla şirk tehlikesine düştüklerini, kendilerinin ise böyle bir tehlikeden uzak olduklarını anlatmaya çalışırlar.
Acaba işin gerçeği böyle mi?
Bu sözün gerçek manası bilinmezse fitne kaçınılmaz olur; zarar verir. Bu zarar imana dokunur, dini zedeler, din kardeşliğini sarsar, kardeşlik ruhunu öldürür.
Allah ile kul arasına kimse giremez sözü, niyete göre farklı sonuçlar doğurur. Eğer bu söz:
“Ben Allah’a kullukta önümde kimseyi istemem, peygamber, kitap, alim, mürşit tanımam, istediğim gibi kulluk yaparım, keyfimce ibadet ederim.”
Anlamında söyleniyorsa insanı dinden çıkarır. Daha doğrusu böyle düşünen kimse küfür, isyan ve gaflet içinde kalmış demektir. Eğer bu söz:
“Ben Allah’a giden yolda Allah’ın peygamberi ve kitabı ile yetinirim, onlar ne diyorsa onu yaparım, başka kimseyi kabul etmem, alimlere bakmam, velilere bağlanmam, mezhepler beni ilgilendirmez, dini kendi anladığım gibi yaşarım”
Anlamında söylenmişse, söyleyen sorumludur. Bu kişi inanç esaslarını zorlamış, kendini tehlikeli bir sona doğru sürüklüyor demektir. Çünkü arada alimler olmadan kendi başına dinin öğrenilmesi, anlaşılması ve yaşanması nasıl mümkün olacak!?
Oysa Kur’an ve Sünnet, hak yolda birlik (cemaat) olmayı, bu beraberliğin başındaki imama itaat etmeyi, topluca Allah’ın ipine sarılmayı, hep birlikte tövbe etmeyi, bilmediklerimizi alimlere sormayı, takva ve iyilikte yardımlaşmayı, bunun için Allah’ın sadık kulları ile beraber olmayı açıkça emretmektedir.
Dinin hükmü bu iken, bir mümin hangi delil ve mantıkla, ‘Bana bunlar gerekmez’ diyebilir? Dese bile bunun Allah katında ne kıymeti olabilir? Eğer bu söz:
“Allah benim her hâlimi görüyor, biliyor, sözümü işitiyor, niyazımı dinliyor. Ben namazda, secdede, zikirde, duada ve tövbede kalbimi Rabbime bağlıyorum. Onun için gönlüme kimseyi koyamam, kimseden bir şey bekleyemem. Benim korkum, sevgim, niyetim, hedefim sadece Allah’tır.”
Anlamında söyleniyorsa ne güzel. İşin doğrusu da budur, böyle olması lazımdır.
Zaten bütün peygamberler kalbi dünyadan çekip bu şekilde Allah’a bağlamak için gelmişlerdir. Onlara vâris olan alimlerin ve kamil mürşitlerin işi de budur. Buna Allah adamı olmak denir.
Ama ne var ki, kalbin bütün varlıklardan çekilip sadece Yüce Allah’a bağlanması kolayca elde edilecek bir nimet değildir. Bu tam bir hürriyet hâlidir. Arifler o hâli elde etmek için nefisleri ile bir ömür mücadele vermekte ve Allah ile aralarına giren engelleri yok etmek için mücadele etmektedirler.
Şu halde Allah ile aramızdaki engeller nedir?
Allah’a gitmek, Allah’a kavuşmak deyince ne anlaşılmalıdır?
Bizi ilgilendiren konu budur.
Allah’a gitmek gönül ile olur. Allah’a ulaşmak bir hâldir, sevgidir, aşktır. Bu kavuşma dışa doğru değil, içe doğrudur. Kalıp ile değil kalp iledir.
Kalpleriyle manevi engelleri geçenler, nefislerini aşanlar Yüce Mevla’yı bulurlar. Allahu Teala’nın insana şah damarından daha yakın olduğunu anlarlar. Bu buluşma O’nun razı olduğu amelleri yaparak gerçekleşir.
Bu iş insanın nefsi ve keyfine göre değil, Yüce Allah’ın çizdiği sınırlara göre olur. Bu sınırlara din denir.
Bizi Yüce Allah’a götürecek tek din İslam’dır. İslam, Kur’an ve Sünnetin çizdiği yoldur. Kur’an, Yüce Rabbine kavuşmak isteyenlere yolu şöyle tarif eder:
“Kim Rabbine kavuşmak istiyorsa salih amel yapsın ve Rabbine ibadetinde hiç kimseyi ortak etmesin.”
Demek ki Yüce Allah’a gitmek için iman, ihlas ve salih amel lazımdır. Allah’a giden yola uyanık kalple varılır, sevgi ile engeller aşılır, ihlasla hedef bulunur. Bu yolun başı ve sonu edepten ibarettir.
Bu yolun en büyük engeli nefis, en azılı düşmanı şeytan, en sarp yokuşu dünyadır. Nefis edeple süslenmeden, şeytan sindirilmeden, dünya sevgisi kalpten silinmeden Yüce Allah’a gidilemez.
Buna manevi terbiye ve arınma denir. Kendisini aşamayan insan, varlığın sahibine ulaşamaz. Bir arif şöyle diyor:
Allah’a giden yol iki adımdır:
Birinci adımda nefsine bas...
İkinci adımda Rabbine kavuşursun.
KAYNAKLARIYLA TASAVVUF
DR. DİLAVER SELVİ
KURAN VE BiLiM
KURAN VE BiLiM
KURAN VE BİLİM HAKKINDA...
İlerleyen sayfalarda Kuran ayetlerinin evren hakkında verdiği bazı bilgilerin bilim ile olan olağanüstü paralelliğine değineceğiz. Ama öncelikle, Kuran ve bilim konuları üzerinde uzun süredir devam eden bir karışıklığa da değinmek gerekiyor.
Bu karışıklık, bazı ateist "bilim adamları"nın Kuran'a önyargılı biçimde yaklaşmalarından kaynaklanır. Allah'ın varlığına inanmayan, dolayısıyla da Kuran'ın Hz. Muhammed tarafından "yazıldığını" öne süren bu kişiler, Kuran'ın verdiği haberlerin mutlaka bilimle çelişeceği noktasından hareket etmişlerdir. "6. yüzyılın bilgisi ile yazılan bir kitap, elbette sürekli gelişen ve yeni doğrular bulan bilimle çelişecektir" gibi bir mantık öne sürmüşlerdir. Böylesine bir önyargı ile baktıkları Kuran ayetlerinin anlamlarını çarpıtarak, sözkonusu iddialarına destek bulmayı denemişlerdir.
Buna karşılık bazı müslümanlar, bu karalamalara karşı savunma yapmaya çalışırken, bir hataya düşerek, Kuran'ı bir "bilim kitabı"olarak tanıtmaya başlamışlardır. Kuran'ın bilimle çelişmediğini ispatlamaya çalışırken, neredeyse tüm bilimin Kuran'ın içinde olduğunu söylemişlerdir. Hatta, bilimsel gelişme için, formüllerle ya da deneylerle uğraşmak yerine, Kuran'ın daha derin araştırılmasının daha faydalı olduğunu öne sürenler olmuştur.
Oysa, Kuran ayetlerinden anladığımıza göre, Kuran bir "bilim kitabı"değildir. Bilime öncülük etmek, kimya formülleri aktarmak ya da kuantum fiziği öğretmek için indirilmemiştir.
Kuran'ın ne amaçla indirildiğini ayetler şöyle açıklıyor:
"Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik." (İbrahim Suresi, 1)
"(Kuran) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir." (Mümin Suresi, 54)
Kısacası Kuran, müminlere rehber olmak üzere indirilmiştir. Onları "karanlıklardan aydınlığa" yani inkardan imana çıkaracak ve onlara Allah'a nasıl kulluk edeceklerini, O'nun rızasını nasıl arayacaklarını açıklayacaktır.
"Rehber" olma özelliği, müminin karşılaşacağı olaylarla ilgili özlü bilgileri aktarmayı da içerir. Diğer deyişle Kuran, müminin tüm ibadetlerini nasıl yapacağını açıklar.
Müminin ibadetleri ise iki türlüdür: Namaz, oruç gibi doğrudan Allah'a karşı yapılan ibadetler ve "iyiliği emredip-kötülüğü engellemek" olarak özetlenebilecek olan ve toplum içinde gerçekleştirilecek ibadetler.
Bu yüzden Kuran, mümine, "iyiliği emredip, kötülükten sakındırırken" yani dini anlatırken ve dinin düşmanlarına karşı mücadele ederken ne gibi yöntemler izlemesi gerektiğini anlatır. Bunun yanında, ne tür insanlarla ve toplumlarla karşılaşacağını tarif eder. Sayısız ayette "De ki..." ve "Derler ki..." ifadeleriyle başlayan cümleler, müminlerin diğer insanlarla nasıl bir diyalog içine gireceğini anlatır.
Ama bunlardan yola çıkıp "Kuran bir sosyoloji kitabıdır" ya da "Kuran bir psikoloji kitabıdır" diyemeyiz. Çıkarılacak sonuç, Kuran'ın, kendisini rehber edinen müminlere, Allah'a yakınlaşma ve Allah yolunda mücadele için girişecekleri çabada yardımcı olmak üzere psikolojik ve sosyolojik bilgiler verdiğidir. Bu bilgilerin, hiç bir sosyoloji ya da psikoloji kitabında verilemeyecek kadar özlü ve doğru olduğunu, müminler, yaşadıkları tecrübelerden bilirler.
Kuran aynı şekilde, "dünyaya nizam verme"gibi bir misyon da yüklenmiş olan müminlere, politik bilgiler verir. Dünyada etkin "güç odakları"nı tarif eder. Müslümanlara kimin düşmanlık besleyeceğini bildirir. Dünyadaki bozgunculuğun ardında kimlerin var olduğunu açıklar. Ama bundan da "Kuran bir siyaset bilimi kitabıdır" sonucu çıkmaz. Kuran bu bilgileri, müminlere "rehberlik" etmek için vermektedir. Aynı şey, Kuran'ın verdiği tarihsel bilgiler için de geçerlidir: İnsanlık tarihi elbette Kuran'dan öğrenilmez ama Kuran, tarihin en önemli anahtarlarını vermekte, müminlerle dine düşman olanlar arasındaki mücadelenin tarihteki yerinden bahsetmektedir.
Aynı kıstas, kuşkusuz bilim için de geçerlidir: Bilim, araştırma ve deney sonuçlarından elde edilir. Bu zaten, Allah'ın "yerde ve gökte"ki ayetlerinin incelenmesi için verilen Kuran emrinin de bir gereğidir. Ama Kuran'dan kimya formülleri çıkarmaya çalışmak kuşkusuz hata olacaktır. Kimya formülleri, müminin "ibadetleri" açısından doğrudan bir önem taşımamaktadır ki, Kuran'da açıklansın. Bunu araştırmak kimyacıların işidir. Ve kuşkusuz gereklidir, ama laboratuarda yapılacaktır.
Bunun yanında, Kuran ayetleri gerçekten de bazı bilimsel gerçeklere değinir. Çünkü mümin, nasıl bir "siyaset bilimcisi"olmasa da girişeceği çaba nedeniyle politik ortamı bilmesi gerekiyorsa; "bilim adamı" olmak zorunda olmasa da, Allah'ın yarattıklarını tanıma açısından bilime aşina olmalıdır. Bu nedenle Kuran, evrenin yaratılışı, insanın doğumu, atmosferin yapısı gibi bazı konularda temel bilgiler verir. Bu konularda verilen bilgilerin, modern bilimin son bulgularıyla uyum içinde olması ise, Kuran'ın "insan yazması"olmadığını bir kez daha ortaya koyması açısından önem taşımaktadır.
KURAN VE BİLİM HAKKINDA...
İlerleyen sayfalarda Kuran ayetlerinin evren hakkında verdiği bazı bilgilerin bilim ile olan olağanüstü paralelliğine değineceğiz. Ama öncelikle, Kuran ve bilim konuları üzerinde uzun süredir devam eden bir karışıklığa da değinmek gerekiyor.
Bu karışıklık, bazı ateist "bilim adamları"nın Kuran'a önyargılı biçimde yaklaşmalarından kaynaklanır. Allah'ın varlığına inanmayan, dolayısıyla da Kuran'ın Hz. Muhammed tarafından "yazıldığını" öne süren bu kişiler, Kuran'ın verdiği haberlerin mutlaka bilimle çelişeceği noktasından hareket etmişlerdir. "6. yüzyılın bilgisi ile yazılan bir kitap, elbette sürekli gelişen ve yeni doğrular bulan bilimle çelişecektir" gibi bir mantık öne sürmüşlerdir. Böylesine bir önyargı ile baktıkları Kuran ayetlerinin anlamlarını çarpıtarak, sözkonusu iddialarına destek bulmayı denemişlerdir.
Buna karşılık bazı müslümanlar, bu karalamalara karşı savunma yapmaya çalışırken, bir hataya düşerek, Kuran'ı bir "bilim kitabı"olarak tanıtmaya başlamışlardır. Kuran'ın bilimle çelişmediğini ispatlamaya çalışırken, neredeyse tüm bilimin Kuran'ın içinde olduğunu söylemişlerdir. Hatta, bilimsel gelişme için, formüllerle ya da deneylerle uğraşmak yerine, Kuran'ın daha derin araştırılmasının daha faydalı olduğunu öne sürenler olmuştur.
Oysa, Kuran ayetlerinden anladığımıza göre, Kuran bir "bilim kitabı"değildir. Bilime öncülük etmek, kimya formülleri aktarmak ya da kuantum fiziği öğretmek için indirilmemiştir.
Kuran'ın ne amaçla indirildiğini ayetler şöyle açıklıyor:
"Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik." (İbrahim Suresi, 1)
"(Kuran) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir." (Mümin Suresi, 54)
Kısacası Kuran, müminlere rehber olmak üzere indirilmiştir. Onları "karanlıklardan aydınlığa" yani inkardan imana çıkaracak ve onlara Allah'a nasıl kulluk edeceklerini, O'nun rızasını nasıl arayacaklarını açıklayacaktır.
"Rehber" olma özelliği, müminin karşılaşacağı olaylarla ilgili özlü bilgileri aktarmayı da içerir. Diğer deyişle Kuran, müminin tüm ibadetlerini nasıl yapacağını açıklar.
Müminin ibadetleri ise iki türlüdür: Namaz, oruç gibi doğrudan Allah'a karşı yapılan ibadetler ve "iyiliği emredip-kötülüğü engellemek" olarak özetlenebilecek olan ve toplum içinde gerçekleştirilecek ibadetler.
Bu yüzden Kuran, mümine, "iyiliği emredip, kötülükten sakındırırken" yani dini anlatırken ve dinin düşmanlarına karşı mücadele ederken ne gibi yöntemler izlemesi gerektiğini anlatır. Bunun yanında, ne tür insanlarla ve toplumlarla karşılaşacağını tarif eder. Sayısız ayette "De ki..." ve "Derler ki..." ifadeleriyle başlayan cümleler, müminlerin diğer insanlarla nasıl bir diyalog içine gireceğini anlatır.
Ama bunlardan yola çıkıp "Kuran bir sosyoloji kitabıdır" ya da "Kuran bir psikoloji kitabıdır" diyemeyiz. Çıkarılacak sonuç, Kuran'ın, kendisini rehber edinen müminlere, Allah'a yakınlaşma ve Allah yolunda mücadele için girişecekleri çabada yardımcı olmak üzere psikolojik ve sosyolojik bilgiler verdiğidir. Bu bilgilerin, hiç bir sosyoloji ya da psikoloji kitabında verilemeyecek kadar özlü ve doğru olduğunu, müminler, yaşadıkları tecrübelerden bilirler.
Kuran aynı şekilde, "dünyaya nizam verme"gibi bir misyon da yüklenmiş olan müminlere, politik bilgiler verir. Dünyada etkin "güç odakları"nı tarif eder. Müslümanlara kimin düşmanlık besleyeceğini bildirir. Dünyadaki bozgunculuğun ardında kimlerin var olduğunu açıklar. Ama bundan da "Kuran bir siyaset bilimi kitabıdır" sonucu çıkmaz. Kuran bu bilgileri, müminlere "rehberlik" etmek için vermektedir. Aynı şey, Kuran'ın verdiği tarihsel bilgiler için de geçerlidir: İnsanlık tarihi elbette Kuran'dan öğrenilmez ama Kuran, tarihin en önemli anahtarlarını vermekte, müminlerle dine düşman olanlar arasındaki mücadelenin tarihteki yerinden bahsetmektedir.
Aynı kıstas, kuşkusuz bilim için de geçerlidir: Bilim, araştırma ve deney sonuçlarından elde edilir. Bu zaten, Allah'ın "yerde ve gökte"ki ayetlerinin incelenmesi için verilen Kuran emrinin de bir gereğidir. Ama Kuran'dan kimya formülleri çıkarmaya çalışmak kuşkusuz hata olacaktır. Kimya formülleri, müminin "ibadetleri" açısından doğrudan bir önem taşımamaktadır ki, Kuran'da açıklansın. Bunu araştırmak kimyacıların işidir. Ve kuşkusuz gereklidir, ama laboratuarda yapılacaktır.
Bunun yanında, Kuran ayetleri gerçekten de bazı bilimsel gerçeklere değinir. Çünkü mümin, nasıl bir "siyaset bilimcisi"olmasa da girişeceği çaba nedeniyle politik ortamı bilmesi gerekiyorsa; "bilim adamı" olmak zorunda olmasa da, Allah'ın yarattıklarını tanıma açısından bilime aşina olmalıdır. Bu nedenle Kuran, evrenin yaratılışı, insanın doğumu, atmosferin yapısı gibi bazı konularda temel bilgiler verir. Bu konularda verilen bilgilerin, modern bilimin son bulgularıyla uyum içinde olması ise, Kuran'ın "insan yazması"olmadığını bir kez daha ortaya koyması açısından önem taşımaktadır.
10.10.09
Kalender Küşadi
Kısa Özgeçmişi
Bin dokuz yüz elli bes yilinda Bayburtun Oroçbeyli köyünde dünyaya geldi Ilk okulu kendi köyünde bitirdi. Orta okulu ve liseyi Gümüshane Imam-Hatip lisesinde bitirdikten sonra askerlik dönüşü ilk olarak Bayburt'un Isikova köyünde göreve basladı.Orada alti yil görev yaptiktan sonra Oroçbeyli köyüne tayin edildi. Oroçbeyli köyünde üç yil görev yaptim. Daha sonra Istanbul' un Silivri ilçesi Yolçati köyüne tayin edildi. Burada Eskisehir Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesini bitirdi. Halen ayni köyde Imam-Hatiplik görevime devam etmekteyim.Tasavvufi çalismalarima onbes yasimda baslamis olup, birçok ehlikamil insanla tanisip sohbetlerinde bulundu. Kalender Küşadinin maneviyyat Mürşitlerinin Veysel Karani Hazretleri İrşadi Baba Ağlar Baba Hazretleri dir.Tek Amacının İrşadi Baba bayburdi Ve Ağlar Baba Bayburdinin Fikri Yapısını Topluma tanıtmak olduğunu söylemektedir.Zaten sohbetlerinide Daima o Büyük değerlerden misallerle süslemektedir.Yüce Rabbim cümlemize saglikli ömür v e firaset nasip eylesin Amin.
BEYT-I KALENDER
Dünya cevri cefasini yüklendim
Yenis yokus koşa koşa yoruldum
Ihtiyarlik cetveline eklendim
Ayak gitmez kalka düşe yoruldum.
Bir lokma ekmege kandirdi beni
Dünya çemberinde döndürdü beni
Gaflet güllerine kondurdu beni
Felegin cevrinde boşa yoruldum.
Hayat denizinde yüzgece durdum
Ne bir gemi gördüm ne liman buldum
Nefsi emarenin kurbani oldum
Zaman dalgasinda haşa yoruldum
Kolumda kuvvet yok dönmüyor çarkım
Kurumuş dallardan kalmadi farkım
Tatlı hayallerle bulandi aklım
Gaflet aleminde düşe yoruldum.
Bu kalender yanip yanip söyledi
Hicran ocaginda gönül eyledi
Cümle dertler beni mekan eyledi
Gam yurdunda pişe pişe yoruldum.
BEYT-I KALENDER
Kinamayin dostlar beni.
Halim Irsadi halidir.
Seyyit Aglardir bagbani
Gülüm Irşadi gülüdür.
Ruhum içten içe yanar.
Gece, gündüz Hakki anar.
Seyyit Aglar çarki sarar.
Telim Irşadi telidir.
Veysel Karani pirimiz.
Al yesil mihrap yerimiz.
Aglar gülmez önderimiz.
Yolum Irşadi yoludur.
Içmisem pir kasesinden.
Söylerem Hak dizesinden.
Çikar Aglar gözesinden.
Selim Irşadi selidir.
Nefsi gönül havanında.
Dövmüsem Hak divaninda.
Seyyit Aglar kovaninda.
Balim Irşadi balıdır.
Seherde gül açar baglar.
Yıkılır Zemini daglar.
Agacimiz Seyyid Aglar.
Dalım Irşadi dalidir.
Ey Kalender kalbin dolu.
Çok sükür buldun hak yolu.
Kolum Seyyid Ağlar kolu.
Elim Irşadi elidir
Mürşidimiz Kalender Küşadi Şuan nakşı bendi Üveysi Silsileyi saadatının ders Verenler Halkasındadır Allah c.c kendilerinden Razı olsun.
AHMET BABA HAZRETLERİ
AHMET BABA HAZRETLERİ
1924 yılında Bayburt'un Oruçbeyli (Siptoros) köyünde dünyâya geldi. Zamanının büyük Allah dostu Ağlar Baba'nın ikinci oğludur. Annesinin ismi Suna'dır. Küçük yaşlardan i'tibâren babası Ağlar Baba'nın nazarlarıyla ilim, irfân, edep, adâb ve himmet feyizleriyle feyiz-yâb olup, mânevî ve rûhanî ilimler deryâsına daldı.
Ahmet Battal, Nakşî Üveysî bâbından feyiz alarak mânevî çalışmalarını çok hassâs bir şekilde sürdürmektedir. Bayburt'taki mütevâzı' dükkanında, gençliğe ve insânlığa millî yön vermek, câhilliği ve karanlık düşünceleri ortadan kaldırmak, insanlığa eğitim rûhunu aşılamak, hoşgörülü olmak ve sevenlerine bütün herkesi sevdirmek için çalışmaktadır. Yeniliğe her zaman açık olan Ahmet Battal eğitime çok farklı, yapıcı ve yeni yaklaşımlarla bakmaktadır. Her hemşehrisinin, onu seven ve sevmeyen herkesin okuyup hizmet ehli olması onun yürekten inandığı bir idealidir. Siyâset üstü bir düşünceyle, her yöne nûrdan ışıklar saçması sâyesindedir ki gönüllerde yaşamaktadır. Ziyâretçileri, ondan istifâde etmek isteyenler, sevenleri günden güne çoğalmaktadır.
İlerlemiş yaşına karşın ilk gençlik yıllarının enerjisiyle hizmetlerine devâm etmektedir.
Ahmet Battal'ın daha önceki şiirlerinde aşk ve ondan gelen coşkunluk kendini hissettirirken, sonraki şiirlerinde genelde yoğun bir didaktiklik söz konusudur. Son dönem şiirlerinde yol gösterme, öğreticilik ve eğiticilik, öğüt çizgisi, millî ufuk, vatan-millet sevgisi, ve ilmi / bilimi teşvik etme gibi konular ağır basmaktadır.
Bunun yanında şiirlerinde önceki yıllarda yaşanan kardeş kanı dökülmesini ve acı günlerin yaşanmasını önleme ve bu yönde vurgulamalar yapma, politikanın çirkin taraflarını nazara verme ve onu kişinin değişik bir açıdan yorumlaması için yön gösterme eğilimindedir. Siyâset bu ülkede hep bir kalıba bağlı olarak yapıldığından Ahmet Battal şiirlerinde yeni bir siyâset modelinin de ipuçlarını vermektedir. Bu modeli oyu verip gönlü vermeme temelinde şekillendirmekte ve bütün insanları kardeş bilip sevmeyi salık vermektedir. Bunun gerçekleşmesini ise yüreklerde Mevlâ aşkının yaygınlaşmasına bağlamaktadır. Bu da gönüllerde parti aşkını değil de hizmet aşkını doğuracaktır.
Ahmet Battal kişinin aşk, istiğrak, sekr, tevâzu' vb. kavramları rûhun, nefsin ve benliğin arıtılmasına dayalı bir süreçten geçerek, ilmi ise nûrlardan ve fenden alarak bir harmanlama yapmasını ve böylece çağımızda ve gelecekte kendisi için bir duruş kazanmasını önemle vurgulamaktadır.
Ahmet Battal'ın şiir pîrleri ve mürşidleri babası Ağlar Baba ve dedesi İrşâdî Baba'dır. Buna karşın o kendine özgü bir söyleyiş tarzını yakalamıştır.
Sade ve anlaşılır bir dille söylenen şiirlerinde sanat yapmaktan öte yeni düşüce ufukları açmak ön plandadır.
Ahmet Battal, zamanımızda sanatla yazılmış bir şiirle coşup kendinden geçmek yerine ferdin heybesine, sürekli yenilenerek çağdaş medeniyet seviyesine çıkmak düşüncesini koymasından yanadır.
Son yıllarını vecd aleminde geçiren AHMET BABA EYLÜL/2005 Tarihinde ebedi aleme uğurlanmıştır.
BEYT-İ AHMET BABA
Sinemde yarem dokundukça kanar
Yaremin sızısı ciğerim deler
Hak yolunda ölsem o da büyük kar
Ya affet geleyim ya da yaremi sar
Getirdin bizi kulluk etmek için
Şeytan ile nefse yetmedi gücüm
İradem kullanmadım hak yol için
Ya affet geleyim ya da affet suçum
Ya yak aşka ya koy aşk ateşine
Koyma kabrimde yalnız başıma
Ettiğim yazıldı gelir karşıma
Ya affet geleyim ya da yak aşkına
Korkmadım hukuktan ayrıldım haktan
Yarın mahşerde tutarlar yakamdan
Yardım gelmez ne handan ne sultandan
Ya afettir geleyim ya da kurtar haktan
Ahmet Muhammed inden ister yardım
Hakkı görmezsem derin olur derdim
Sizden başka yoktur yardım edenim
Ya affettir görüm ya da aşkla yanam
HACI MAKSUT EFENDİ
HACI MAKSUT EFENDİ
Gavsul vasilin, Kut bül Arifin Ağlar Baba Bayburdi` nin halifesi olan H. Maksut efendi(1907)yılında Bayburt`un Hardişi köyünde dünyaya geldi. Daha genç yaşta Gavsul vasilin Ağlar Baba Bayburdi Hazretlerine intisap ederek, Nakşı bendi üveysi koluna hizmete başlamıştır. Şeyhine bağlılığıyla tanınan H.Maksut efendi, Ağlar Baba Bayburdinin yanında tam bir tekke terbiyesiyle yetişmiştir. Şeyhinin sohbetleriyle kemal bularak, daha genç yaşındayken tam bir tariki olgunluğa erişmiştir. H. Maksut efendi Şeyhinden aldığı feyiz ve himmet sayesinde manevi ilimler deryasına dalarak, aşk ve muhabbetle ebyatlar okumuştur. (1958) Yılında Ağlar Baba Bayburdi Hz. retleri ebediyete irtihalinden sonra, bu hizmeti H.Maksut efendi deruhte ederek; binlerce kişinin irşadına vesile olur. Kabirleri Samsun`da olup; kendilerine Yüce Mevla`dan Rahmet niyaz edip, şefaatlerini istiyoruz
BEYİT
Haktan emrolundu ebter sırrın geç.
Sureyi esrada emroldu miraç.
Cebrail vasıta getirdi bir taç.
Kondurdu başına tacı kavisin.
Mikail üztüne sardu emame.
Cebrail yapıştı bırak zimame.
Embiya ervahı durmuş kıyame.
Kondurmuş başına tacı kavisin.
Ebubekir Ömer çok sırlar açtı.
Osman ile Ali sıradan geçti.
Hüseyin zebh oldu Hasan da içti.
Bir zaman da boş kaldı tacı kavisin.
Bu firak yandırdı cismiyle azam.
Takatim yetişmez okuyup yazam.
Hamd olsun yetişti imamı azam.
Kondurdu başına tacı kavisin.
Medine elinden ol Selim gelmiş.
Aslı Muhammedin sülbünden imiş.
Ahmedi muhtarın varisi olmuş.
kondurmuş başına tacı kavisin.
Selimde gidince bozuldu gülşen.
Cem olmuş ol yere bayi dervişan.
Allahın lütfüyle ol nebi zişan.
Giydirmiş başına tacı kavisin.
Hızır mollamızda vermiş işaret.
Hamd olsun mollamız etmiş beşaret.
İrşadi ismiyle olup dur şöhret.
Kondurmuş başına tacı kavisin.
Çekmez bu ahımı zemini dağlar.
Gazelini döker bahçeler bağlar.
Kondurmuş başına olşeyhim Ağlar
Ol zaman görmüşem tacı kavisin.
Taç ile efendim bir zaman geçti.
Ömür sermayesin sona erişti.
Ol zaman taç sahibini değişti.
Gayet firakında tacı kavisin.
Kutup gavsi gezer eli etraf.
Onların seyrinde bütün çartaraf.
Maksut bir Gedadır değildir sarraf.
Nebilsin bahsede tacı kavisin
BEYİT-İ MAKSUDİ -2-
Bir zamanlar süründük sübyanlıkta
Bir zaman hikmettik kahramanlıkta
Şimdi karar kıldık devrişanlıkta
Yorgun dere gibi çöküp kalmışam
Bozuldu cesedim kalmadı takat
Eşidip bilmeğe ederdim dikkat
Her mecliste var iken sıdkı sadakat
Ulu meclislerde şaşıp kalmışım
Üç pir ile mehrap kürbün görerdik
Mürşid aleminde bir hale ererdik
Vasıtamız mürşid çember delerdik
Aletsiz hünersiz medder kamışam
Mürşid alemine kurban olurdum
El göğüs huzurda kıyam durudum
Seher yellerinden haber alurdum
Vahdet köşesinde kapanup kalmışam
Var idi gönlümde sıdkı sadakat
Hal hatır sormaya eylerdim dikkat
İbadet yapmaya kalmadı dikkat
Elleri boş yüzü kara kalmışam
Gahi girerdik mektep irfana
Gahi karışırdık cümle irfana
Gahi girerdik gizli meydana
Şükrolsun pirlerim sağı solumda
Maksut kalmış daima huzur elinde
Çok savaşlar verdi Allah yolunda
Ayrıl ağyar özyar ile kalmışam
BEYT-İ MAKSUD-İ -3-
Ruhani gafletten gördüm bir cemal
Hayrandır ridalar bakıyor hocam
Cezbetti gönlümüz vermiyor mecal
Kaynadı dideler akıyor hocam
Muhammet sedası geldi kulağa
Hamdülillah geldik şirin otağa
Baksana dediler kudret yaprağa
Elif, lam, mim ile okuyor hocam
Göründü gözüme bir azim meclis
Her birinde vardır acayip teftiş
Cümlesi mektebi irfana varmış
Her biri bir hala bakıyor hocam
Cem olmuş ol yere üçler yediler
Cümlesi arifle kırklar erenler
Lütfi kerem ile davet edenler
Her biri bir hala bakıyor hocam
Sağ başta oturan sedagat almış
Süre yi esrada dersini almış
Ta ezelden ruhu seyrana varmış
Ol kevnü mekana bakıyor hocam
Bir sultan görmüşem kıyama durmuş
Nice gizli sırlar haline ermiş
Şahi Muhammetin varisi olmuş
Birazım Cemal a bakıyor hocam
Allah tan hidayet hızırın işi
Dediler bizlere budur teftişi
Maksut der canımda aşkın ataşı
Vücut iklimini yakıyor hocam
9.10.09
Ağlarbaba Hazretleri
AĞLARBABA BAYBURDİ HZ.'NİN HAYATI
Seyyit Ağlar baba Bayburdi Hazretleri (1881) yılında Bayburt`un Oroçbeyli(Siptoros) köyünde dünyaya geldi. Ağlar Baba İrşadi Babanın torunu olup; Ahmet Küşadi babanın oğludur.
Ağlar babaya gelinceye kadar Üveysi Tarikatının Öz geçmişi Kısaca şöyle gelişmiştir.
İrşadi Baba, babası Selim Babayla Zargıdı köyüne yerleşirler. Seyyit Yakup köyünde meftun bulunan Seyyit Yakup Hazretleriyle aynı sülaleden oldukları bilinmektedir.
Babası Selim Babanın vefatıyla İrşadi Baba önce Rüştü köyüne gelir. Orada birkaç yıl kaldıktan sonra, yine Bayburt`un bir köyü olan Oroçbeyli köyüne gelir. Seyyit İrşadi Baba köyde hem imamlık yapmakta; hemde babasının kendisine devrettiği Nakşı bendi Üveysi Tariki Alisini Çevresindeki insanlara anlatarak irşatlarına vesile olmaktadır.
Seyyit İrşadi Babanın bilinen iki oğlundan biri olan Şeyh Yusuf Baba Rize yöresinde irşat görevini yerine getirirken; kendisi, Gümüşhane ve Torul yöresinde, diğer oğlu Ahmet Küşadi Baba Hazretleri de Bayburt ve Kelkit yöresinde irşat görevi yapmaktadır.
Gerek İrşadi Babanın, gerekse Yusuf Babanın vefatlarıyla Tariki Aliye nin irşat görevi tamamen Ahmet Küşadi Babanın manevi sorumluluğunda kalmıştır.
Ağlar Baba Bayburdi Hazretleri Miladi (1881)Yılında Ahmet Küşadi Babanın oğlu olarak dünyaya geldi. İyi derecede bir Medrese eğitimi gören Ağlarbaba Dedesi ve Babasının yolundan giderek,nakşı bendi üveysi tarikatına intisap etmiştir. İntisabı zahiri olarak Babası Ahmet Küşadi Babadan aldığı gibi, Manevi olarakta Dedesi İrşadi Baba ve Erzincan da Meftun olan Hayyatı Vehbi (Terzi Baba) Hazretlerinden feyiz almıştır.
Ağlar Baba Hazretleri Allah (cc) ve Resunun sevgisinde en yüce mertebelere yükselmiş bir Tarikat Şeyhidir. Ayet ve Hadislerden deliller göstererek insanların kalbine Allah sevgisini yerleştirmeye çalışmıştır.
İlk beytini Baki Baba mahlasıyla yazmasına rağmen, gözlerinden hiç yaş eksik olmadığı için kendilerine halk tarafından Ağlar Baba denilmiştir. İlham ve tecelli yatla söylemiş olduğu ölümsüz beyitleri, kafalarda ve çalışan zihinlerde iman ışığı olurken, birçok kimsenin de Mürşidi kamil olmasına vesile olmuştur.
Gavsul azam Büyük İrşadi Baba Kısasül Enbiya(Peyganberler tarihi) adlı büyük eserinin yarısını yazdıktan sonra şöyle demiştir; Eserimin kalan kısmını da torunum tamamlayacaktır. Bu torunu da Ağlar Baba dan başkası değildi.
Allah (cc)Lutuf ederse, Bu eser daha sora gerek basılarak, gerekse İnternet yoluyla Müminlerin hizmetine sunulacaktır.
Alla(cc) Bizleri bu zatların ve nice veli kulların feyizlerine layık eylesin AMİN
BEYTİ AĞLAR BABA
Ne yapayım gönül senin elinden
Niye düşüyorsun ah ile zara
Bende kınayamam seni ey gönül
Sen aşık olmuşsun ol güzel yare.
Sen neden bu aşkın yoluna düştün
Ol yar bahçesinden ne nişan gördün
Şeyda bülbül gibi yanuben soldun
Sen aşık olmuşsun ol güzel yare.
Bu aşıklık evvela sere gelmiş
Ezeli ervahta yarini görmüş
Ol zaman bu ruhum hem aşık olmuş
Ruh aşık olmuştur ol güzel yare
Bunun aslı nedir dinleyin beni
Ecdadımın vardır bir mihrap yeri
Ol mihrabın rukni istedi beni
Gece aşık oldum ol güzel yare.
Rüyada görmüşem boş kalan yeri
Vestinde yanıyor kandilden nuru
Cedim mürşit olmuş gözlüyor beni
Gece aşık oldum ol güzel yare.
İnayet eyledi Allahu Hadi
İki tek mürşidi dil gözüm gördü.
Vehbi Hayyati de dersimi verdi
Gece aşık oldum ol güzel yare
Ağlar Baba sende bir hale erdin
Kamil mürşitleri rüyada gördün
Hakikat marifet dersini aldın
Gece aşık oldum ol güzel yare.
Seyyit Ağlar baba Bayburdi Hazretleri (1881) yılında Bayburt`un Oroçbeyli(Siptoros) köyünde dünyaya geldi. Ağlar Baba İrşadi Babanın torunu olup; Ahmet Küşadi babanın oğludur.
Ağlar babaya gelinceye kadar Üveysi Tarikatının Öz geçmişi Kısaca şöyle gelişmiştir.
İrşadi Baba, babası Selim Babayla Zargıdı köyüne yerleşirler. Seyyit Yakup köyünde meftun bulunan Seyyit Yakup Hazretleriyle aynı sülaleden oldukları bilinmektedir.
Babası Selim Babanın vefatıyla İrşadi Baba önce Rüştü köyüne gelir. Orada birkaç yıl kaldıktan sonra, yine Bayburt`un bir köyü olan Oroçbeyli köyüne gelir. Seyyit İrşadi Baba köyde hem imamlık yapmakta; hemde babasının kendisine devrettiği Nakşı bendi Üveysi Tariki Alisini Çevresindeki insanlara anlatarak irşatlarına vesile olmaktadır.
Seyyit İrşadi Babanın bilinen iki oğlundan biri olan Şeyh Yusuf Baba Rize yöresinde irşat görevini yerine getirirken; kendisi, Gümüşhane ve Torul yöresinde, diğer oğlu Ahmet Küşadi Baba Hazretleri de Bayburt ve Kelkit yöresinde irşat görevi yapmaktadır.
Gerek İrşadi Babanın, gerekse Yusuf Babanın vefatlarıyla Tariki Aliye nin irşat görevi tamamen Ahmet Küşadi Babanın manevi sorumluluğunda kalmıştır.
Ağlar Baba Bayburdi Hazretleri Miladi (1881)Yılında Ahmet Küşadi Babanın oğlu olarak dünyaya geldi. İyi derecede bir Medrese eğitimi gören Ağlarbaba Dedesi ve Babasının yolundan giderek,nakşı bendi üveysi tarikatına intisap etmiştir. İntisabı zahiri olarak Babası Ahmet Küşadi Babadan aldığı gibi, Manevi olarakta Dedesi İrşadi Baba ve Erzincan da Meftun olan Hayyatı Vehbi (Terzi Baba) Hazretlerinden feyiz almıştır.
Ağlar Baba Hazretleri Allah (cc) ve Resunun sevgisinde en yüce mertebelere yükselmiş bir Tarikat Şeyhidir. Ayet ve Hadislerden deliller göstererek insanların kalbine Allah sevgisini yerleştirmeye çalışmıştır.
İlk beytini Baki Baba mahlasıyla yazmasına rağmen, gözlerinden hiç yaş eksik olmadığı için kendilerine halk tarafından Ağlar Baba denilmiştir. İlham ve tecelli yatla söylemiş olduğu ölümsüz beyitleri, kafalarda ve çalışan zihinlerde iman ışığı olurken, birçok kimsenin de Mürşidi kamil olmasına vesile olmuştur.
Gavsul azam Büyük İrşadi Baba Kısasül Enbiya(Peyganberler tarihi) adlı büyük eserinin yarısını yazdıktan sonra şöyle demiştir; Eserimin kalan kısmını da torunum tamamlayacaktır. Bu torunu da Ağlar Baba dan başkası değildi.
Allah (cc)Lutuf ederse, Bu eser daha sora gerek basılarak, gerekse İnternet yoluyla Müminlerin hizmetine sunulacaktır.
Alla(cc) Bizleri bu zatların ve nice veli kulların feyizlerine layık eylesin AMİN
BEYTİ AĞLAR BABA
Ne yapayım gönül senin elinden
Niye düşüyorsun ah ile zara
Bende kınayamam seni ey gönül
Sen aşık olmuşsun ol güzel yare.
Sen neden bu aşkın yoluna düştün
Ol yar bahçesinden ne nişan gördün
Şeyda bülbül gibi yanuben soldun
Sen aşık olmuşsun ol güzel yare.
Bu aşıklık evvela sere gelmiş
Ezeli ervahta yarini görmüş
Ol zaman bu ruhum hem aşık olmuş
Ruh aşık olmuştur ol güzel yare
Bunun aslı nedir dinleyin beni
Ecdadımın vardır bir mihrap yeri
Ol mihrabın rukni istedi beni
Gece aşık oldum ol güzel yare.
Rüyada görmüşem boş kalan yeri
Vestinde yanıyor kandilden nuru
Cedim mürşit olmuş gözlüyor beni
Gece aşık oldum ol güzel yare.
İnayet eyledi Allahu Hadi
İki tek mürşidi dil gözüm gördü.
Vehbi Hayyati de dersimi verdi
Gece aşık oldum ol güzel yare
Ağlar Baba sende bir hale erdin
Kamil mürşitleri rüyada gördün
Hakikat marifet dersini aldın
Gece aşık oldum ol güzel yare.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)